Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

28 Temmuz 2014 Pazartesi

WADJDA THE INSPIRING FILM



WADJDA (VECİDE)
written by Zeynep Gizem Emir

Wadjda is an Arabian film whose director is Haifaa al-Monsour. The exclusiveness is grounded on its being the first film shot by a female director. In addition, it is unique due to being entirely run in Saudi Arabia. Released in 2012 for the first time, it had a wide repercussion.

As we know, Saudi Arabia is one of the most conservative country all around the world. In fact, it will not be incorrect to say it is the most. Women do not take place in society as much that men have. During the movie, we see several scenes that our star Waad Mohammed resists against Saudi Arabia's unchallengable religious commands. For example, she is a friend of a boy, listens foreign songs, talks too loudly to be heard by a man, wants to ride a bicycle. She represents a girl against traditions. She does not wear a scarf, and she is never tired of being warned for not obeying religious rules. One day, she says that she wants to race against her male friend Abdullah and adds that she has to have a bike in order that her dreams come true. However, no matter how she tries, she cannot persuade her mother to have a bike. By the end of the film, she rides her friend's bike. Because her mother does not support her financially, she has to save money to get her own bike. She agrees with a toyseller so that he could not sell the bike she wants.

One secene is very moving there. Abdullah mounts two more wheel before Wadjda rides. When Wadjda sees her friend's caution, her pride is desperately wounded. But... Abdullah knows how he can make Wadjda happy. He goes and screws off them, also gives 5 rial and atones with her.

Having learned that the champion in Koran reciting contest is appreciated with 1000 rial, she determines to be winner. When she begins to take lessons for the contest, she is far beyond her rivals. After... she buys a dvd set to learn how to recite, she works hard on it. As audiences, we know that she will be the winner in the later scenes, and the course of events is not different from that. In the end, Wadjda becomes the champion. But.. When school manager asks her in what way she spends her money, she mentions about her desire for a bike. Everbody laughs, the manager gets angry, and declares that this money had better to be spent for Palestine. Much as Wadjda is the one who studied hard, she was not permitted to be entitled to spend in the way her heart desires. With this basic example, we testifies the truth. The truth is that women have no right even if they contribute to something very much.

The movie is important because it inspires women not to obey every rule without hesitation. It depicts the environment,  Also, it shows us that 10-year-old girls get married traditionally, which is totally unhealthy for the girl both physically and psychologically. I think this film makes an awesome statement. Every single person must watch. If you mind imdb ratings, it does not fail to meet this stringent criterion. Have a good time and do not forget to stay tuned !


23 Temmuz 2014 Çarşamba

ÇİRKİN KRAL YILMAZ GÜNEY



80Lİ YILLARDA TÜRK SİNEMASI
Zeynep Gizem Emir


12 Eylül 1980 darbesinin çalkıntılıarındaki Türkiye sinema sahnesine dönemin ekonomik, sosyal yapısını başarıyla aktarmış bir dönemdir 1980. Yılmaz Güneyle bildiğimiz bu dönem hakkında söylenecek her şeyin Yılmaz Güneyle ilgili olduğu gerçeğini yadsıyamayız. Yılmaz Güney'i ekranda gördüğümüz ilk film 1959'da sahneye sunulan ve yönetmenliğini Atıf Yılmaz'ın yaptığı "Bu Vatanın Çocukları(1958)". Bu filmden sonra milliyetçi genç karakterini canlandıran usta oyuncu Güney tutuklanıyor. Yönetmen olarak ilk filmi ise "At,Avrat,Silah". En başarılı sayılan filmi Seyyit Han(1968). 1963 yılında Güney "Cesurdu" filmiyle ekranlara tekrar dönüyor. Bu tarihten 1968 yılına kadar "Çirkin Kral" efsanesine uygun senaryolar ürettiğini görüyoruz. Yılmaz Güney'in senaristliği hakkında küçük bir not verelim. Kendisi oturup adam akıllı senaryo yazan bir senarist değil doğrusu; ama başına öyle bir olay geliyor ki sanırsınız saatlerini kağıt kalemle harcıyor da senaryo yazıyor. Diyeceğimiz o ki Ağıt isimli filmiyle Yılmaz Güney en iyi senaryo ödülü alıyor; ancak senaryosuz doğaçlama bir film aslında. Bu da Güney'in ne kadar usta bir senarist olduğunu gözler önüne seriyordur herhalde. 

Yılmaz Güney filmografisinden sizler için seçtiğim Umut filmine kısa bir göz atalım. Film İtalyan yeni gerçekçiliğinden etkilenmiş. Gerçeğin, sefaletin yansıması bir sokak var. Bir de umudunu yitirmek istemeyen bir baba. Melodramların da melodramı bu film. Ağlatır, kahreder seyirciyi. Yoksulların merkezden itildiğini gösteriyor. Filmi biçimsel olarak incelediğimizde zoomların üst açılı, genel çekimlerin de fazla olduğunu görebiliyoruz. Kadın temsili açısından gerçekçi anne profili çizen Gülşen Alnıaçık'ı seyrediyoruz. Şimdiki faytonların sürücüsü rolünde Güney. Atının öldüğü daha doğrusu bir zengin tarafından öldürüldüğü sahne bize fakirin nasıl da ezildiğini, hor görüldüğünü ifşa ediyor. Karakolda polisin Cabbar'a olan tepkisi dikkatimizi çekiyor. Fakire söz hakkı yok. Fakir insanla eşdeğer bir canlı değil sanki. Cabbar'ın yamalı kıyafetleri de sefaletin en açık işareti. Uçan kuşa borcu olan bu adamın faytonuna kimse binmez; çünkü faytonu eskidir. Atı öldükten sonra Cabbar'dan alacaklılar da elini çabuk tutar ve at yoksa parası da olmaz eşyalarını alalım derler. Filmde yönetmen insanlardaki açlığı, zaten düşmüş olan birine karşı acıma duygusu gerekirken insanların hırsla bir şeyler sömürmeyi beklediğini göstermiş. Hatta bir kısımda "madem parası yok eşyası yok biz de kızını alırız" şeklinde bir replik geçiyor. Para için onurunu, haysiyetini kaybeden insanlığı gözler önüne sermiş yönetmenimiz. Bu sırada ailenin geçimini sağlamak için şans oyununa başvuran Cabbar burada ümidi kaybedip define işine girer. Arkadaşı Hasan(Tuncel Kurtiz) okuyup üflemeyle hazine mi bulunur gibi telkinler vermesine rağmen kahramanımız dinlemez. Bir süre hazine arama çalışmaları devam eder; ancak hazine de bir yalandır. Filmin sonu da çarpıcı. Cabbar kendi etrafında dönüyor. Akli dengesini mi kaybediyor yoksa bunun mistik bir manası mı var tam bilemiyorum. Sanırım bu biraz da kişisel bir analiz. Son olarak Güney'in Umut filmiyle ilgili olarak yorumlarını da yazarak yazıma son veriyorum.

Yılmaz Güney Umut hakkında şöyle der: ‘’Benim amacım şuydu: Gelişen şartların yok etmek zorunda olduğu bir adamı ele almak istedim. (…) arabacı yok olacaktır. Küçük üretim yok olacaktır. Bir şeyler yok oluyor. Yok olurken bir takım insanlar da proleterleşiyor. Proleterleşmek zorunda. Bu sadece arabacı değildir. Küçük bakkaldır, terzidir, tamircidir, küçük toprak sahibidir. Umut’un umutsuzluğuna gelince, aslında umutla umutsuzluk iç içe yaşar. Umut, umutsuzluğun ürünüdür. Umutsuzluk da umudun bir sonucudur. Umut’un öyle bitmesi bir zorunluluktu o gün için.’’ 


Yılmaz Güney'in oynadığı filmlerden sahneleri izlemek için linke tıklayınız.



TÜRK SİNEMASININ UNUTULMAZ SENARİSTİ AYŞE ŞASA ANISINA


AYŞE ŞASA VE AH GÜZEL İSTANBUL
Zeynep Gizem Emir


Ah Güzel İstanbul, 1966 yapımı Türk filmidir. Yönetmenliğini Atıf Yılmaz'ın yaptığı filmin senaristleri Safa Önal ve Ayşe Şasa'dır. Başrolde Haşmet rolünü oynayan Türk sinemasının usta aktörü Sadri Alışık ve Ayşe karakterini canlandıran şımarık kızımız Ayla Algan var.

Ben de bu yazıyı daha yenice, geçtiğimiz ay kaybettiğimiz usta isim Ayşe Şasa anısına yazıyorum.

Bilmeyenler için Ayşe Şasa kimdir? Aşağıdaki linke tıklayınız.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Ay%C5%9Fe_%C5%9Easa

Konuyla ilgili aylık sinema dergisi Altyazı'da Murat Tırpan Ayşe Şasa hakkında bir sinema yazısı ile karşımızda. Burada Ayşe Şasa'nın gençlik yıllarında kendisini yakın bulduğu fikir akımlarından da bahsediliyor. Ah Güzel İstanbul'un yönetmeni olan Atıf Yılmaz ile olan evlilikleri de yazımız dahilinde. Şimdi bir kez daha benim Ayşe Şasa hakkındaki görüşlerime gelelim.

Bana kalırsa Ayşe Şasa hayatının ilk yıllarından itibaren ailesi tarafından sevilmediğini düşünen ya da gerçekten de sevilmeyen biri olarak yaşadı. Annesinin oğlu olacağını düşündüğü ancak bir kız  çocuğu dünyaya getirişi Ayşe Hanım'ın ileriki yıllarda da yaşayacağı ailevi ayrımcılığın temeli olacaktı. O yıllarda Anadolu'da halen devam eden ve yersiz olan gelenekti kızı olan anne veya babanın üzülmesi. Ne yazık ki bu kültürü Türkiye'den silemedik. Babasını işe dindar bir yaşama sahip oluşuyla biliyoruz. Bir de bakıcısı var Ayşe'nin. Bakıcının çocuk ruhundan anlamadığı aşikar; çünkü defalarca kez Ayşe'yi odaya kilitlemiş, karanlık bir yerde bırakıp gitmiş vb. çocuk psikolojisini derinden yaralayan şeyler yapmış. İsmi birkaç kaynakta söylendiği üzere Scwester Katie. Ayşe Hanım'ın ilerleyen yıllarda dil öğrenmedeki tutkusunu bu bayan mı aşıladı bilinmez; eğer ki öyleyse bir nebze affettim onu. Yine de bir bakıcı olarak nitelendirmem asla. Neyse bu konuyu bir kenara bırakalım Ayşe okula başlıyor. Burada da ayrımcılık, ötekileştirme, dışlama peşini bırakmıyor Ayşemizin. Okulda "Aptal Ayşe" lakabı takılıyor. Buradan mezun olunca eğitimine Arnavutköy Amerikan Kız Koleji'nde devam ediyor. Oldukça da başarılı bu okulda. Bu okulda nihilizme yöneliyor. Babası dindar bu arada unutmayalım. Bir müddet sonra depresyon atakları geçirmeye başlayan Ayşe psikatriste götürülüyor. Hasta iken evleniyor boşanıyor. İkinci evliliğini Atıf Yılmaz ile yapıyor. Bu sırada birkaç senaryo yazıyor. Çok geçmeden babası hasta oluyor ve hastalığının başlangıçından 3 yıl sonra vefat ediyor. Tam da Ayşe Hanım mutlu, psikolojisi düzeliyor derken babasının ölümüyle şaşkınlaşan Ayşe hayatını tekrar donuk, durgun ve pasif Ayşe olarak kaldığı yerden devam ettiriyor. Bu psikolojik bunalım onun kimi zaman halüsinasyonlar görmesine yol açacak kadar tehlikeli. Babasının ölümünden sonra İslami çevreye yakınlaşıyor. Kendini vicdanen rahatlatmak istiyor bana kalırsa; çünkü babasının da kızına olan ilgisizliğini ona söylediğini biliyoruz. Bu baba kız arasında daha önce hiç gerçekleşmemiş samimi bir duygusal bağa dönüşüyor. Böyle bir ortamda bir gün İsmet Özel'in bir kitabını ediniyor ve çok etkileniyor. Ardından Ayşe Hanım'ın kapandığını görüyoruz. Tek kitap okuyarak kapanan Ayşe Hanım. Kulağa ilginç geliyor. Kim bilir belki İsmet Özel'in kitabında etkilendiği şey her neyse bu görüşe karşıt bir kitap okusaydı belki de merhum babasıyla olan o duygusal bağı koparmış olacaktı. Bunu bir kenara bırakıyoruz. Ayşe Şasa bir kitabında seyyar helvacıdan bahsediyor. İlerleyen zamanlarda bu seyyar helvacının kendine edindiği mürşid olduğunu görüyoruz. Ayşe Hanım'ın gençliğinde kendini Nihilist ve Marksist olarak değerlendirmesine rağmen ilerleyen yıllarda babası gibi İslami ölçütleri hayatına harmanlayan bir kadın oluverip çıkması bu şekilde gerçekleşiyor.

AH GÜZEL İSTANBUL (1966)

Toplumsal gerçekçi film örneği. Melodram hakim. Haşmet Bey Osmanlı kültürünün simgesi bu filmde. "Biz farklıyız; şiirimiz, müziğimiz çağdaşlarından da çağdışı zamanlardaki müziklerden de apayrı" imajı verilmiş. Ulusal sinema tartışması konusunda da yer edinmiş bir film zaten. Ayşe'yi oynayan Ayla Algan ile dönemin kadına bakış açısı hakkında görüş sahibi oluyoruz. Filmde kadınlar hep yola getirilen, erkeğin sözünü dinlemesi gereken karakterler olarak yansıtılmış. Batı özentisi kadın sevilmiyor. Filmde "Nerde o eski İstanbul" repliğini duyuyoruz. Oysa film 1966 yapımı. Yani buradan anlayacağınız bu replik hiç değişmiyor. Kim bilir Bizanslılar da böyle diyordur vaktin birinde. Sadri Alışık'a gelecek olursak, o filmin başındna beri adeta abi, baba, amca. Korumacılığın vücuda dökülmüş hali. Filmin başında bir kahvehanede biz onunla aynı masada oturan arkadaşı gibiyiz. Sohbet ediyor adeta. Hele ki ağzından düşürmediği sigarası yok mu. Hayret ediyorum doğrusu bir sigara konuşan bir insanın ağzında bu denli mi sıkı durur. Son olarak filmimizin klasik filmden çıkıp sanat filmine katkı sağladığını söyleyebilirim.




22 Temmuz 2014 Salı

TÜRK SİNEMASINDA TOPLUMSAL GERÇEKÇİLİK ve SUSUZ YAZ


              1960-1965li yıllarda Türk sineması
                    Zeynep Gizem Emir



Dönemin ünlü yönetmenleri

Metin Erksan
Atıf Yılmaz
Ertem Göreç
Halit Refiğ
Duygu Sağıroğlu
Memduh Ün

Toplumsal Gerçekçi Türk Sinemasının Temellerini Oluşturan Olaylar:

1. Demokrat Parti'nin iktidar olması
2. 27 Mayıs askeri darbesi

Türk sinemasında toplumsal gerçekçilik akımı İtalyan yeni gerçekçiliğinden ve Türk edebiyatındaki toplumsal gerçekçilik akımından etkilenmiştir.Özellikle Fakir Bayburt, Orhan Kemal ve Kemal Tahir romanlarından esinlenmeler yapılmıştır. Filmlerde işlenen tema ise aynı romanlarda işlenen temalar gibi sanayileşen Türkiye ve işçi sınıfının bu süreçte yaşadığı zorluklardır. Dönemin en önemli filmleri yönetmenliğini Metin Erksan'ın yaptığı Gecelerin Ötesi (1960), Yılanların Öcü (1962), Susuz Yaz (1963), Ertem Göreç'in sendikalaşma ve grev konularını ele alan Karanlıkta Uyananlar (1964), Atıf Yılmaz'ın Suçlu (1960), Halit Refiğ'in Gurbet Kuşları (1964)'dır.

Susuz Yaz (1963) 

Yönetmen : Metin Erksan. / Senaryo: Metin Erksan ve Necati Cumalı. / Oyuncular : Ulvi Doğan, Erol Taş, Hülya Koçyiğit.

1964 yılında Berlin Film Festivali'nde Altın Ayı ödülü alan Susuz Yaz filmi birçok ülkede gösterime girdi. Bu ülkeler ve gösterime girdiği ülkelerdeki isimleri aşağıda yazılıdır:

Dry Summer (ABD)
Reflections (ABD)
I Had My Brother's Wife (İngiltere)
L'Estate Arida (İtalya)
Trockener Sommer (Almanya)


Filmi biçimsel olarak ele aldığımızda filmde abartılı alt veya üst açılar olduğu kanısına hemen hemen her seyirci 

varabiliyor. İmgesel olarak düşünüldüğünde ise doğa imgeleminin oldukça sık kullanıldığını görüyoruz. Örneğin; 

su üzerinde kavga edilmesi, kahramanın ölümünün suda gerçekleşmesi, İzmir'in Bademler Köyü'ndeki tarla 

sahneleri. Filmde adeta Habil-Kabil tartışmasının modern haline tanıklık ediyoruz; iki kardeşin birbiriyle olan 

çatışması filmin süreğen çatışması. Ulvi Doğan filmde yapımcı olarak da Metin Erksanla birlikte çalışmış. Hatta

birçok insan filmi kurak tarla sahneleri nedeniyle Türk çiftçisini aşağılayan film olarak nitelendirse de Ulvi Doğan 

(Hasan) filmi Berlin'e götürmüş. Tarlaların kuraklığını eleştiren insanlar yüzünden de Metin Erksan sansürle 

tanışmış. Yine de büyük usta Ulvi Bey filmi iyi ki de götürmüş diyoruz; çünkü filmimiz 1964 yılında Altın Ayı 

ödülü alıyor.


Filmin Konusu

Film abisi Kocabaş Osman'ın, eşi Bahar'dan hoşlanması yüzünden entrika kurbanı olan Hasan'ın hikayesi üzerine kurulu. 












21 Temmuz 2014 Pazartesi

SİNEMADA İTALYAN YENİ GERÇEKÇİLİĞİ


                      Bisiklet Hırsızları (Ladri di Biciclette)


Bisiklet Hırsızları (italian: Ladri di Biciclette) yönetmenliğini Vittorio de Sica, senaristliğini Cesare Zavatti'nin yapmış olduğu 1948 yapımı İtalyan yeni gerçekçi filmidir. İkinci Dünya Savaşı'ndan çıkan İtalya'nın sefaletini gözler önüne serer. Kendisinden önce yapılmış filmlerden farklı olarak sokağa inmiştir. İtalyan yeni gerçekçi akımın yönetmenlerini, senaristlerini ve oyuncularını İtalya'da bu akımın öncesinde film yapmış, senaryo yazmış ve oyunculuk yapmış kişilerden ayıran en önemli özellik ise örgütlülüktür. İtalyan yeni gerçekçi akımının temsilcileri faşist İtalya'ya karşı örgütlenmiş ve sinemanın İtalya'da çok daha değerli
olmasını sağlamışlardır.

Filmi analiz edecek olursak onun hayatın adeta kendisi olduğunu, yoksulluğun ve çaresizliğin seyirciyi kedere sürüklediğini görürsünüz. Filmde, bir işte çalışmak için bir bisiklete ihtiyacı olan baba ve bu bisikleti alabilmek için evden eşya satan anneyi görüyoruz. Tam aile mutlu olacak, para kazanacak derken bisikletin çalınmasıyla hüsrana uğrayan bir aile tablosu çizilmiş. Zaten bisikletin çalınmasından sonra filmin bitimine kadar da bisiklet arayışı sahnelerine tanıklık edeceğiz. Seyirciler olarak bizi derinden yaralayan kısım ise Antonio (baba) 'nun, yoksulluktan sıyrılmak için son çare olarak bir başkasının bisikletini çalmaya teşebbüs etmesi ve çocuğunun gözleri önünde yakalanması. Bir babanın onurunun ayaklar altına alındığını hissediyor, kahroluyoruz. Filmde anlatılmak istenen şey çok basit: Savaş sonrası yoksul İtalya'da hayatta kalabilmek için birbirinden bir şeyler çalmak zorunda olan birçok Antonio vardır.

Alman dışavurumculuk akımından farklı olarak İtalyan yeni gerçekçiliğinde hakikat dışarda, sokaktadır. Alman dışavurumculukta gerçek insanın içinde aranıp psikolojiye girilir. Bu tabi ki İtalyan yeni gerçekçiliğin psikolojiyi reddettiği anlamına gelmemeli. Zaten Bisiklet Hırsızlarında insan psikolojisinin, utancın, çaresizliğin uç noktalarına geziliyor.

                                                                                                         
                                                                                                         Yazan: Zeynep Gizem Emir





BİR YEŞİLÇAM MELODRAMI OLARAK VESİKALI YARİM


         


       Vesikalı yarim 1969'da yapılmış bir Lütfi Akad filmidir. Filmin bir auteur yönetmen olan Akad'ın elinden çıkmış olduğu açık. Senaristliğini Safa Önal'ın ve görüntü yönetmenliğini Ali Uğur'un yapmış olduğu film yeşilçam melodramını gözler önüne seriyor. Adından da anlayacağınız üzere film bir imkansızlığın hikayesidir. İmkansızlık geç kalınmışlıktan kaynaklanır. Vesikalı Yarim'i bir melodram olarak değerlendirmemiz gerektiğini gösteren birçok özellik vardır. Bunlardan birkaçına değinelim. Mesela filmde gördüğümüz çok sayıda gazino sahneleri bize filmin melodram olduğunu gösteren en önemli unsurdur; çünkü gazino sahneleri filmin ilerleyen sahnelerinde ne olacağına dair ipucu veren manidar müziklere ev sahipliği yapar. Buna filmimizin birden fazla yerinde rastlıyoruz. Örneğin Sabiha rolünü oynayan Türkan Şoray'ın gazinoda "ağlatacaksın beni seni gidi yaramaz seni" sözlerinin geçtiği şarkıyı söylemiş olması filmin ilerleyen sahnelerinde kahramanımız Sabiha'nın üzüleceğini adeta fısıldıyor. Şarkının seslendirmesi geçtiğimiz yıl kaybettiğimiz usta gazeteci Savaş Ay'ın annesi Şükran Ay tarafından yapılıyor.

Filmi biçimsel olarak ele aldığımızda abartılı kamera hareketleri hatta müstehcen zoomlar yapıldığına da tanık oluyoruz. Genellikle kadın karakterin dudağına veya gözlerine zoomlama yapılıyor. Filmimizde melodram heteroseksüel aşk üzerine kurulu, temel amaç ise kavuşmak; ancak bu yolda çeşitli engellerle karşılaşılıyor. Nihayetinde kavuşamayan Sabiha ve Halil'i görüyoruz. Kavuşmaya engel olduğunu düşündüğümüz şey geç kalınmışlık. Bunu da Sabiha'nın "keşke daha önce tanışsaydık", "sevmek de yetmiyormuş" gibi repliklerinden anlıyoruz. Daha önce tanışılmış olsa Halil bekar, Sabiha konsomatris olmazdı belki de.

Vesikalı Yarim'i sinemada gerçekçilik akımının bir örneği olarak niteliyoruz. Halil hem evinin kadını hem de kokulu, bakımlı bir eş istiyor. Şu anki eşi pasif, çocuklarına bakan, kendi yağında kavrulan bakımsız bir kadın. Halil evliliğinden memnun olan bir adam değil ve arkadaşlarıyla gazinoya gittiği gün cazibesine kapıldığı Sabiha'nın peşinden koşan bir karakteri canlandırıyor. Hatta sevgisi uğruna hapse düşüyor. Halil'in kadın fantezisini bir kenara bırakıp Sabiha'nın erkek fantezisine gelelim. O da Halil gibi geleneksel bir eşe sahip olmak, bir erkeğe şefkat göstermek niyetinde. Ne var ki kahramanlarımızın aşkının önünde çok büyük engeller var.

Filmin konusunu bir kenara bırakıp karakterlerimizin görünümünden bahsedelim. Sabiha'nın saçları filmin başlarında açık, filmin sonlarına doğru bağlı. Filmin son sahnesinde tekrar bağlanmamış bir saçla Türkan Şoray'ı görüyoruz. İzzet Günay ise Türkan Şorayla oynamak için adeta özenle seçilmiş gibi. İki karakter o denli yakışıyorlar ki seyirci filmin mutlu sonla bitmesini, iki aşığın kavuşmasını diliyor. Sabiha karakterinin dış görünümüyle ilgili söyleyeceğimiz (kesin olmasa da) Türkan Şoray'ın peruk değiştirmiş olması. Film siyah beyaz olduğu için bundan emin değiliz ama filmin başında saç rengi daha açık, filmin sonuna doğru siyah yoğunluğu artıyor. Bu da Türk sinemasında sarı saçlı kadının kötü kadın olarak bilinmesinden kaynaklanıyor olabilir. Konsomatris Sabiha karakterinin bir gereği olarak görüyoruz bunu. İzzet Günay'a gelelim. Onun dış görünümü hakkında söylenecek bir şeyimiz yok; fakat oynadığı birkaç sahnede arka plan için dile getirmek istediklerimiz var elbette. Halil film boyunca toplam 3 kez sahile gidiyor. İlkinde Sabiha ile tanışmış mutlu bir Halil görüyoruz. İkincisi Sabiha'dan mektup alıp sinirlenmiş bir Halil. Sonuncusunda ise arka planımızda cami minareleri de var. Bu sahne filmde Halil'in Sabihayla olan ilişkisini bitirip eve döndüğü zamana tekabül ediyor. Bu sahne gelenekselliğin adeta ben buradayım diye ses verip canlandığı bölümü teşkil ediyor.

Filmin bitişini değerlendirecek olursak Akad'ın filmi Halil karakterinin eve gelip babasına "işe ben gideyim" demesinden sonra çok rahat bir şekilde sonlandırabilecek iken filmi devam ettirip Türkan Şoray'ı son bir kez bize göstermek istemesinin altında yatan neden Sabiha karakterinin psikolojisine bizi sokamk istemesi. Halil'in babasının manavın önünde Sabiha'yı görünce bir adım ileri gitmesi Türk kültüründe babanın korumacılığının simgesi olmuştur. Burada arzunun bir numaralı engeli "baba"dır.

Türk sinemasında yeşilçam melodramı olarak bilinen bu kült filmin izlenmesini tavsiye ediyorum.

                                                                                                                 
                                                                                      Yazan : Zeynep Gizem Emir