MAGHREB’DE BİR ÖMÜR
O sabah
içimde kötü bir his vardı. Bu şehir gecenin sessizliğinin yerini gündüzün
gürültüsüne bırakmasına alışmıştı. Sessizliğin bir parçası da bendim. Şehirde
bulunduğum 1 ay boyunca susmuştum. Geoffrey bana gitmememi söylediğinde,
saniyenin binde birinde kızı fotoğraflarken, onla göz göze geldiğimiz anda
susmuş, olan bitene göz yummuştum. Keşke Geoffrey’e karşı susmasaydım; çünkü o
vakit konuşsam kız için susmak zorunda olmam gereken o dakikaları
yaşamayacaktım.
Yer Irak…
Tarih sıradan bir haziran, güneş tepede. Her gün olduğu gibi bugün de Katherine
ve ben Bağdat’ın yaklaşık 10 km ilerisindeki çevreye göre daha az hırpalanmış
otel binasından çıkıyoruz. Saat 11.00’e yakın. Sıradan bir gün yaşıyoruz.
Burada sabahları iki el ateş ile uyanıp akşam kadın ve çocukların çığlıklarına
karışmış ağlamaları duymak mümkün. Bu sabah böyle uyanmadık veya her yeni günün
bu şekilde başlamasına alışmış olduğumuzdan olacak ki bu seslerden etkilenmedik.
Bu şehre geldiğimiz ilk hafta sıçrayarak uyanır, kapı pencereye en uzak
mesafedeki yere çömelip sesin kesilmesini beklerdik. İşte Maghreb böyle bir
şehir. Irak’a yakınlığı yüzünden civar sakinlerinin ödünü koparan bir kent.
Çoğu yerli de uzak diyarlara gitmiş. Evleri harabe. Kim bilir hangi kadının
doğum çığlıklarına, kaç çocuğun ağlayışına tanık olmuşlar. O evlerin her biri artık ölüm yuvası… Kol saatim
tozlanmıştı. Yine de saatin kaç olduğunu görebiliyordum. Saat 14.00’ye doğru
gelirken büyük bir gürültü koptu. Alışık olduğumuz manzarayla karşı karşıyaydık
ve bu kez de mükemmel bir fotoğraf çekemezsek bu şehirden ayrılamayacaktık.
Katherine en mükemmel fotoğrafı çekebilmek için günlerdir çabalıyordu. Birden
havayı kaplayan toz bulutu içinde arkasına saklandığımız kum tepeciğinin üzerinden
atlayıp koştuğunu gördüm. O sırada ona gitmemesi için bağırdığımı duymuştu. Bana
cevap verdi; ancak ne dediğini duyamıyordum.
Ona hemen
geleceğimi söyledim. Bu defa gerçek bir fotoğraf çekecektim. Küçük bir kızın
korkuyla koşmasını fotoğraflamak gayet iyi bir fikirdi. Kız hızla koşarken
objektifime ölüm evlerinden birinin kirli gri duvarına yaslanmış silahlı bir
adam takıldı. Gerçekten heyecanlanmıştım, çünkü bunun fotoğrafımın kalitesini
arttıracağını biliyordum. Minik kız bir o yana bir bu yana bakarak koşarken
silahlı adama çarptı. Şimdi saniyenin binde birinde bile fotoğraf çekiyordum.
Bunlardan en güzelini alıp yarışmaya gönderince artık ben de herkes tarafından
tanınan ünlü bir fotoğrafçı olacaktım. Adam kızın elindeki torbayı çekiştiriyor,
kıza bilmediğim bir şeyler söylüyordu. Kızın bana bakışından adamın ona ne
söylediğini anlamadığını fark etmiştim. Korkuyordum; kızı öldürebilirdi. Bir
kahramanlık yapıp ortaya atlamak istediysem de başaramadım. Kız elindeki
torbayı adama vermemeye kararlıydı. Adam da bir hayli ısrar etti. Torba düştü.
Oyun bitti…Adamın silahından çıkan ses beni sağır edecek gibiydi.
Aynaya
bilinçsizce baktım. Hiç tereddüt etmeden makyajımı açık renk yaptım. Ağlamaktan
küçülmüş gözlerimi ancak açık ton bir far kapatırdı. Otelden çıktım. Geoffrey
beni arabasıyla kapıdan alacaktı. Biraz bekledim. Ardından törenin yapılacağı
binaya gittik. Geoffrey’i beklerken, arabada, tören salonuna girmeden önce,
girdikten sonra, salonda otururken hep o film döndü kafamda.
Zihnimde
bir film gibi canlanan bu sahneyi alkış sesleri böldü. Geoffrey beni kutluyor.
Tanrım bu şeye ne kadar dayanabilirim. Halının kırmızısı, bu gürültü,
hareketlilik aklıma bir tek şey getiriyor. Çaresiz bir kızın benden yardım
dilenmesi. Çaresizliğim. Elimden bir şey gelmezdi. Yarışmayı kazandığım
fotoğraf ekrana dev ekrana yansıtıldı. Bu benim hem başarım hem de hayata karşı
edindiğim yenilgimdi. Nasıl bu kadar ruhsuz olabilmiştim. Silahın namlusu o
küçüğün derisine deyerken nasıl? Salonu terk ettim. Geoffrey’nin buna çok
şaşırdığını biliyorum. Bu ödülü almak hayatta en çok istediğim şeydi belki de.
Bunun için günlerce Maghreb’de fotoğraf çekmiştim. Şimdi ise yapmak istediğim
tek şey sonsuza dek ağlamaktı. Yüzüme kapadığım ellerimi suratıma çarpmak istiyordum.
Kulaklarımı tıkasam bile neye yarardı. Ben orada sustum. Suskunluğum bir çocuğu
öldürmüştü. Yine de ne yapabilirdim. Sanırım hayatım boyunca sürekli bu ikilem
içinde yaşayacağım. Keşke Geoffrey’i dinleseydim; çünkü dinlesem bütün bu
dakikaları yaşamayacaktım. Kendimi affedemeyeceğim.
Aylar
sonra bir öğle vakti posta kutumu karıştırırken küçük bir zarf buldum. Sarı,
buruşuk bir şeydi. Zarfın üzerine yazılmış gönderen adresi zarf fazla
hırpalanmış olacak ki okunmuyordu. Neyse onunla birlikte birkaç zarfı da alıp eve
doğru yürüdüm. Bu kirli mektubun kimden gönderildiğine dair en ufak bir fikrim
yoktu. Gerçekten kirli bir mektuptu…
Katherine’in yüzü bembeyaz olmuştu. Salonun ortasına yığılacak gibiydi.
Hızla merdivenden indim. Beline sarılıp kanepeye oturmasına yardım ettim. Zarfı
sehpaya bırakıp mektubu bana doğru uzattı. Okudum. Mektubu yazan kişi
Maghreb’den biri olmalıydı. Kızın ölmeden önce çekindiği fotoğrafları zarfın
içine koymuş sitemkar bir yazı yazmayı da ihmal etmemişti. Mektup “Kızımızın
kim tarafından öldürüldüğünü bilmek istiyoruz” ile bitirilmişti. Bu kişi her
kimse İngilizce’yi çok iyi kullanmış. Amacı ise apaçık belliydi.
− Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?
− Off ! Bilmiyorum Geoffrey. Ne yapacağımı
bilmiyorum. Eğer adamı onlara tarif edersem ki zarfın üzerinde hiçbir iz yok
nasıl haberleşeceğiz yani? Neyse eğer ki adamı tarif edersem öldürürler.
− Evet.
− Onlara kızın resmini sonradan çektiğimi söylesem…
− Olabilir. Evet.
− Sen beni dinliyor musun?
− Kız çok şirinmiş. Baksana şu resmine.
− Bir dakika resmi alabilir miyim?
− Tabi.
Bu arkadaki yer nereye benziyordu? Burada daha önce
bulunmuş gibiydim; ama tam olarak hatırlayamadım. Çok sıkıldım bir sigara
molası. Balkona çıktım ve Marlboro’mdan bir nefes çekerken aklıma Maghreb’e
gittiğim gün Amerikan askeri birliğini ziyaretim geldi. Burada iki iki katlı
taş rengi binanın ortasında büyük bir Amarelo ağacı bulunuyordu. Şimdi daha iyi
hatırlıyorum. Bu ağacın burada olmasına çok şaşırmıştım. Normalde tropikal
ortamda yetişen bir ağaç türüdür Amarelo. Maghreb’de neredeyse imkansız. Aniden
yerimden fırladım. Merdivenden aşağı inip ve sehpanın üzerine bırakılmış
fotoğrafları elime alıp incelemeye başladım. İşte burada. Amarelo. Elimle
koymuş gibi buldum ağacı. Bunlar da iki iki katlı taş rengi bina. Adını
bilmediğim bu kızla olan bağlantımız neydi bilmiyordum; ama korkmaya
başlamıştım.
Uyuyakalmışım. Pencereden içeri dolan ışık yüzümü kavurmaya başlayınca
uyandım. Fotoğraflar hala elimdeydi. Geoffrey:
− Fotoğrafları çok sevmiş olmalısın.
− Hayır. Hayır, sana bir şey göstermeliyim. Resimde
kızın önünde durduğu ağacın nerede olduğunu biliyorum.
− Dendrolog musun sen? Ağacın nerede olduğunu
biliyorum da ne demek?
− Bu bir Amarelo ağacı. Maghreb’de olması gerçekten
şaşırtıcı olan bir ağaç türüdür; ama kaldığımız otelin ilerisindeki askeri
birlikte ve bu iki binayı da hatırlıyorum. Burada en fazla 20 dakikamı
geçirdim; ama şimdi çok net hatırlıyorum.
− Yani?
− Yani kızın..
− Askeri birlikle bağlantısı olabilir.
− Aynen öyle.
− İşte şimdi çok şaşırdım. Bunu nasıl araştırabiliriz
acaba?
− Birliğe gidelim.
− Maghreb’e tekrar gitmemiz gerektiğini mi
söylüyorsun?
− Evet.
− Kesinlikle hayır. Ben gelmiyorum Katherine. Sana da
gitmeni önermiyorum. Neden telefonu denemiyoruz?
− Önemli bir şey araştırdığımızın farkında olduğunu
sanıyordum. Ben gidiyorum. İstersen peşime takılırsın.
Benimle Maghreb’e gelmek istemedi. Demek ki onun için
çok da önemli değilim. Taksiye binip havaalanına kadar gideceğimi söyledim. 13
saat saat sonra Maghrebdeydim. Sabah 05.00’ti. İlk önce otele gittim. Yolculuk
beni yormuştu. Öğlene kadar uyuyup yemek yemek için aşağı indim. Sonra da
birliğe doğru yola çıktım. Birlik güvenlik önlemlerinin en sıkı alındığı yerdi.
İçeri girebilmek için tam iki saat bekledim. En sonunda nizamiyeye gelen üst
düzey görevli eşliğinde içeri alındım. Bana buraya neden geldiğim soruluyordu;
ancak gerçek nedenimi söylesem bana güleceklerdi, biliyordum. Yine de söyledim.
Kızın resmini gösterdim. Bu resimle bir ödül aldığımdan utana sıkıla bahsettim.
Sonra dedim ki:
− İşte görüyorsunuz. Burası resimdeki o yer.
Adam üzülmüştü. Ne olduğunu sordum. Bir şeyler
biliyordu. Mr. Colonel:
− Çocuk birliğimizden bir subayın kızıydı. Babası tam
2 yıldır ülkesine dönmemişti. Kadın da kızını alıp bir haftalığına şehrin
dışındaki otelde konaklamaya karar vermiş ama…
− Kızı fotoğrafladım; ancak ölümünü görmedim. Ben
gittiğimde yere saçılmış elma, erik gibi yiyecekler vardı ve bir de tek yöne
kıvrılmış bedeniyle bir çocuğun cansız bedeni…
− Annesinden habersiz çıkmış evden yiyecekleri
babasına götürüyormuş. Otelden almış hepsini. Zavallı çocuk !
Zavallı
çocuğun ölümünü izlediğimi söyleyemedim. Olayın arkasındaki sır perdesi böylece
aralanmıştı. Savaşın ne demek olduğunu bilmeyen bir kızın tam da savaşın
ortasında acı bir şekilde can vermesine tanık olmuştum. Belki de ölümüne tanık
olmadığım nice çocuk vardı. Maghreb’de ömrü çalınan bir kız çocuğu için artık
bir ömrüm Maghreb’de olacaktı. Aklım da fikrim de Maghreb’deydi…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder