Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

16 Haziran 2014 Pazartesi

Savaşın Çocukları




                                                  MAGHREB’DE BİR ÖMÜR
    
     O sabah içimde kötü bir his vardı. Bu şehir gecenin sessizliğinin yerini gündüzün gürültüsüne bırakmasına alışmıştı. Sessizliğin bir parçası da bendim. Şehirde bulunduğum 1 ay boyunca susmuştum. Geoffrey bana gitmememi söylediğinde, saniyenin binde birinde kızı fotoğraflarken, onla göz göze geldiğimiz anda susmuş, olan bitene göz yummuştum. Keşke Geoffrey’e karşı susmasaydım; çünkü o vakit konuşsam kız için susmak zorunda olmam gereken o dakikaları yaşamayacaktım.

     Yer Irak… Tarih sıradan bir haziran, güneş tepede. Her gün olduğu gibi bugün de Katherine ve ben Bağdat’ın yaklaşık 10 km ilerisindeki çevreye göre daha az hırpalanmış otel binasından çıkıyoruz. Saat 11.00’e yakın. Sıradan bir gün yaşıyoruz. Burada sabahları iki el ateş ile uyanıp akşam kadın ve çocukların çığlıklarına karışmış ağlamaları duymak mümkün. Bu sabah böyle uyanmadık veya her yeni günün bu şekilde başlamasına alışmış olduğumuzdan olacak ki bu seslerden etkilenmedik. Bu şehre geldiğimiz ilk hafta sıçrayarak uyanır, kapı pencereye en uzak mesafedeki yere çömelip sesin kesilmesini beklerdik. İşte Maghreb böyle bir şehir. Irak’a yakınlığı yüzünden civar sakinlerinin ödünü koparan bir kent. Çoğu yerli de uzak diyarlara gitmiş. Evleri harabe. Kim bilir hangi kadının doğum çığlıklarına, kaç çocuğun ağlayışına tanık olmuşlar. O evlerin  her biri artık ölüm yuvası… Kol saatim tozlanmıştı. Yine de saatin kaç olduğunu görebiliyordum. Saat 14.00’ye doğru gelirken büyük bir gürültü koptu. Alışık olduğumuz manzarayla karşı karşıyaydık ve bu kez de mükemmel bir fotoğraf çekemezsek bu şehirden ayrılamayacaktık. Katherine en mükemmel fotoğrafı çekebilmek için günlerdir çabalıyordu. Birden havayı kaplayan toz bulutu içinde arkasına saklandığımız kum tepeciğinin üzerinden atlayıp koştuğunu gördüm. O sırada ona gitmemesi için bağırdığımı duymuştu. Bana cevap verdi; ancak ne dediğini duyamıyordum.

     Ona hemen geleceğimi söyledim. Bu defa gerçek bir fotoğraf çekecektim. Küçük bir kızın korkuyla koşmasını fotoğraflamak gayet iyi bir fikirdi. Kız hızla koşarken objektifime ölüm evlerinden birinin kirli gri duvarına yaslanmış silahlı bir adam takıldı. Gerçekten heyecanlanmıştım, çünkü bunun fotoğrafımın kalitesini arttıracağını biliyordum. Minik kız bir o yana bir bu yana bakarak koşarken silahlı adama çarptı. Şimdi saniyenin binde birinde bile fotoğraf çekiyordum. Bunlardan en güzelini alıp yarışmaya gönderince artık ben de herkes tarafından tanınan ünlü bir fotoğrafçı olacaktım. Adam kızın elindeki torbayı çekiştiriyor, kıza bilmediğim bir şeyler söylüyordu. Kızın bana bakışından adamın ona ne söylediğini anlamadığını fark etmiştim. Korkuyordum; kızı öldürebilirdi. Bir kahramanlık yapıp ortaya atlamak istediysem de başaramadım. Kız elindeki torbayı adama vermemeye kararlıydı. Adam da bir hayli ısrar etti. Torba düştü. Oyun bitti…Adamın silahından çıkan ses beni sağır edecek gibiydi.

     Aynaya bilinçsizce baktım. Hiç tereddüt etmeden makyajımı açık renk yaptım. Ağlamaktan küçülmüş gözlerimi ancak açık ton bir far kapatırdı. Otelden çıktım. Geoffrey beni arabasıyla kapıdan alacaktı. Biraz bekledim. Ardından törenin yapılacağı binaya gittik. Geoffrey’i beklerken, arabada, tören salonuna girmeden önce, girdikten sonra, salonda otururken hep o film döndü kafamda.

     Zihnimde bir film gibi canlanan bu sahneyi alkış sesleri böldü. Geoffrey beni kutluyor. Tanrım bu şeye ne kadar dayanabilirim. Halının kırmızısı, bu gürültü, hareketlilik aklıma bir tek şey getiriyor. Çaresiz bir kızın benden yardım dilenmesi. Çaresizliğim. Elimden bir şey gelmezdi. Yarışmayı kazandığım fotoğraf ekrana dev ekrana yansıtıldı. Bu benim hem başarım hem de hayata karşı edindiğim yenilgimdi. Nasıl bu kadar ruhsuz olabilmiştim. Silahın namlusu o küçüğün derisine deyerken nasıl? Salonu terk ettim. Geoffrey’nin buna çok şaşırdığını biliyorum. Bu ödülü almak hayatta en çok istediğim şeydi belki de. Bunun için günlerce Maghreb’de fotoğraf çekmiştim. Şimdi ise yapmak istediğim tek şey sonsuza dek ağlamaktı. Yüzüme kapadığım ellerimi suratıma çarpmak istiyordum. Kulaklarımı tıkasam bile neye yarardı. Ben orada sustum. Suskunluğum bir çocuğu öldürmüştü. Yine de ne yapabilirdim. Sanırım hayatım boyunca sürekli bu ikilem içinde yaşayacağım. Keşke Geoffrey’i dinleseydim; çünkü dinlesem bütün bu dakikaları yaşamayacaktım. Kendimi affedemeyeceğim.

     Aylar sonra bir öğle vakti posta kutumu karıştırırken küçük bir zarf buldum. Sarı, buruşuk bir şeydi. Zarfın üzerine yazılmış gönderen adresi zarf fazla hırpalanmış olacak ki okunmuyordu. Neyse onunla birlikte birkaç zarfı da alıp eve doğru yürüdüm. Bu kirli mektubun kimden gönderildiğine dair en ufak bir fikrim yoktu. Gerçekten kirli bir mektuptu…

     Katherine’in yüzü bembeyaz olmuştu. Salonun ortasına yığılacak gibiydi. Hızla merdivenden indim. Beline sarılıp kanepeye oturmasına yardım ettim. Zarfı sehpaya bırakıp mektubu bana doğru uzattı. Okudum. Mektubu yazan kişi Maghreb’den biri olmalıydı. Kızın ölmeden önce çekindiği fotoğrafları zarfın içine koymuş sitemkar bir yazı yazmayı da ihmal etmemişti. Mektup “Kızımızın kim tarafından öldürüldüğünü bilmek istiyoruz” ile bitirilmişti. Bu kişi her kimse İngilizce’yi çok iyi kullanmış. Amacı ise apaçık belliydi.
− Şimdi ne yapmayı düşünüyorsun?
− Off ! Bilmiyorum Geoffrey. Ne yapacağımı bilmiyorum. Eğer adamı onlara tarif edersem ki zarfın üzerinde hiçbir iz yok nasıl haberleşeceğiz yani? Neyse eğer ki adamı tarif edersem öldürürler.
− Evet.
− Onlara kızın resmini sonradan çektiğimi söylesem…
− Olabilir. Evet.
− Sen beni dinliyor musun?
− Kız çok şirinmiş. Baksana şu resmine.
− Bir dakika resmi alabilir miyim?
− Tabi.
Bu arkadaki yer nereye benziyordu? Burada daha önce bulunmuş gibiydim; ama tam olarak hatırlayamadım. Çok sıkıldım bir sigara molası. Balkona çıktım ve Marlboro’mdan bir nefes çekerken aklıma Maghreb’e gittiğim gün Amerikan askeri birliğini ziyaretim geldi. Burada iki iki katlı taş rengi binanın ortasında büyük bir Amarelo ağacı bulunuyordu. Şimdi daha iyi hatırlıyorum. Bu ağacın burada olmasına çok şaşırmıştım. Normalde tropikal ortamda yetişen bir ağaç türüdür Amarelo. Maghreb’de neredeyse imkansız. Aniden yerimden fırladım. Merdivenden aşağı inip ve sehpanın üzerine bırakılmış fotoğrafları elime alıp incelemeye başladım. İşte burada. Amarelo. Elimle koymuş gibi buldum ağacı. Bunlar da iki iki katlı taş rengi bina. Adını bilmediğim bu kızla olan bağlantımız neydi bilmiyordum; ama korkmaya başlamıştım.

     Uyuyakalmışım. Pencereden içeri dolan ışık yüzümü kavurmaya başlayınca uyandım. Fotoğraflar hala elimdeydi. Geoffrey:
− Fotoğrafları çok sevmiş olmalısın.
− Hayır. Hayır, sana bir şey göstermeliyim. Resimde kızın önünde durduğu ağacın nerede olduğunu biliyorum.
− Dendrolog musun sen? Ağacın nerede olduğunu biliyorum da ne demek?
− Bu bir Amarelo ağacı. Maghreb’de olması gerçekten şaşırtıcı olan bir ağaç türüdür; ama kaldığımız otelin ilerisindeki askeri birlikte ve bu iki binayı da hatırlıyorum. Burada en fazla 20 dakikamı geçirdim; ama şimdi çok net hatırlıyorum.
− Yani?
− Yani kızın..
− Askeri birlikle bağlantısı olabilir.
− Aynen öyle.
− İşte şimdi çok şaşırdım. Bunu nasıl araştırabiliriz acaba?
− Birliğe gidelim.
− Maghreb’e tekrar gitmemiz gerektiğini mi söylüyorsun?
− Evet.
− Kesinlikle hayır. Ben gelmiyorum Katherine. Sana da gitmeni önermiyorum. Neden telefonu denemiyoruz?
− Önemli bir şey araştırdığımızın farkında olduğunu sanıyordum. Ben gidiyorum. İstersen peşime takılırsın.

Benimle Maghreb’e gelmek istemedi. Demek ki onun için çok da önemli değilim. Taksiye binip havaalanına kadar gideceğimi söyledim. 13 saat saat sonra Maghrebdeydim. Sabah 05.00’ti. İlk önce otele gittim. Yolculuk beni yormuştu. Öğlene kadar uyuyup yemek yemek için aşağı indim. Sonra da birliğe doğru yola çıktım. Birlik güvenlik önlemlerinin en sıkı alındığı yerdi. İçeri girebilmek için tam iki saat bekledim. En sonunda nizamiyeye gelen üst düzey görevli eşliğinde içeri alındım. Bana buraya neden geldiğim soruluyordu; ancak gerçek nedenimi söylesem bana güleceklerdi, biliyordum. Yine de söyledim. Kızın resmini gösterdim. Bu resimle bir ödül aldığımdan utana sıkıla bahsettim. Sonra dedim ki:
− İşte görüyorsunuz. Burası resimdeki o yer.
Adam üzülmüştü. Ne olduğunu sordum. Bir şeyler biliyordu. Mr. Colonel:
− Çocuk birliğimizden bir subayın kızıydı. Babası tam 2 yıldır ülkesine dönmemişti. Kadın da kızını alıp bir haftalığına şehrin dışındaki otelde konaklamaya karar vermiş ama…
− Kızı fotoğrafladım; ancak ölümünü görmedim. Ben gittiğimde yere saçılmış elma, erik gibi yiyecekler vardı ve bir de tek yöne kıvrılmış bedeniyle bir çocuğun cansız bedeni…
− Annesinden habersiz çıkmış evden yiyecekleri babasına götürüyormuş. Otelden almış hepsini. Zavallı çocuk !

     Zavallı çocuğun ölümünü izlediğimi söyleyemedim. Olayın arkasındaki sır perdesi böylece aralanmıştı. Savaşın ne demek olduğunu bilmeyen bir kızın tam da savaşın ortasında acı bir şekilde can vermesine tanık olmuştum. Belki de ölümüne tanık olmadığım nice çocuk vardı. Maghreb’de ömrü çalınan bir kız çocuğu için artık bir ömrüm Maghreb’de olacaktı. Aklım da fikrim de Maghreb’deydi…


                                                                                                    Yazan : Zeynep Gizem Emir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder