Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Mayıs 2019 Pazartesi

EMRULLAH EFENDİ VE TUBA AĞACI NAZARİYESİ


1.      EMRULLAH EFENDİ
       Bu rapor yakın geçmiş Türk eğitim tarihimizin önemli isimlerinden biri olan Emrullah Efendi’nin yaşamı, eserleri, ona atfedilen ve kendisinden sonra sıklıkla tartışılan ''Tuba Ağacı Nazariyesi" ile Türkiye'deki eğitim tartışmalarına giren seçkinler (elitler) eğitimi kavramı, Emrullah Efendi’nin eğitim alanındaki görüşleri, Mustafa Satı ve Emrullah Efendi’nin eğitim görüşlerindeki farklar ve bu farkların altında yatan sebepler ve son olarak Emrullah Efendi’nin öğretmen yetiştirme konusundaki görüşleri hakkında bilgi vermek amacıyla hazırlanmıştır.
1.1.Emrullah Efendi’nin Yaşamı
       Emrullah Efendi 1859 yılında Lüleburgaz’da dünyaya gelmiştir. Babası tüccar Ali Efendidir. Emrullah Efendi, Lüleburgaz’da tamamladığı ilk ve ortaöğreniminin ardından İstanbul’a gelerek Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Okulu)’nin lise ve yüksek kısmını bitirmiştir. Bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra Yanya (1882), Selanik (1884) ve Halep Maarif (Eğitim) Müdürlüğü ile lise öğretmenliği yapmış, 1891’de Aydın Maarif Müdürü olmuştur. Aydın’da görev yapmakta iken siyasi nedenlerden dolayı iki arkadaşı (gazeteci Tevfik Nevzat ve avukat Güzel Hasan) ile birlikte İsviçre’ye kaçmıştır; fakat Emrullah Efendi ve arkadaşlarının müdürlüğün veznesinden aldıkları parayla kaçtıkları iddia edildiğinden haklarında tutuklama kararı çıkmıştır. Avrupa’ya birlikte kaçtığı arkadaşlarından Tevfik Nevzat, dönemin padişahı olan II. Abdülhamit'e Emrullah Efendi ve kendisinin affedilmesi için iki tane şiir yazmıştır1. Bunun sonucunda Tevfik Nevzat ve Emrullah Efendi hakkında çıkarılan tutuklama kararına son verilmiştir. Ardından Emrullah Efendi de yurda dönerek tekrar maarif hayatına atılmıştır (1900). Meclis-i Maarif üyeliğinde, Mekteb-i Sultanî müdürlüğünde ve İlmiye Dairesi'nde çalışmıştır. 8 Ocak 1908'de kurulan "Türk Derneği"nin kurucuları ve idarecileri arasında bulunduğu da bilinmektedir. Aynı zamanda Emîrî takma adıyle Servet-i Fünûn’da yazılar yazmıştır.
Hem bir fikir adamı ve eğitimci, hem de eğitim kurumlarının başında bulunan bir yönetici olarak giriştiği reform çalışmalarında idâdîleri sultânîlere çevirerek bu okullarda felsefe ve iktisat derslerini başlatmıştır. Ayrıca ibtidâî programlarına din ve ahlâk bilgisi, ülke coğrafyası ve tarihi, umumi tarihe dair kısa bilgiler, fen bilgisi, köy iktisadı ve sağlığı derslerinin konulmasını sağlamıştır. Bu arada dinî toplumların (azınlıklar) okulları üzerinde bakanlığın denetimini arttırıcı bazı çalışmalar yapmışsa da meclisteki gayri müslim milletvekillerinin karşı çıkması sonucu ayrı bir “cemaat mekâtibi” grubunu kabul etmek zorunda kalmıştır (Ergün, XXX/1-2, s. 30). Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu Türk maarif tarihinde bir “Emrullah Efendi devri” bulunduğunu, onun orta öğretime Avrupaî karakter verdiğini, modern bir dârülfünun fikrinin ona ait bulunduğunu, Ziya Gökalp’in yarı yarıya kişiliğini Emrullah Efendi’ye borçlu olduğunu belirtir (bk. Koçer, Türkiye de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi, s. 173).
       Emrullah Efendi, Meşrûtiyet îlân edildiği zaman Kırklareli mebûsu oldu (1908). İki defâ Maârif Nâzırlığına getirildi. 1914 senesinde İstanbul Yeşilköy’de vefât etti. Kabri Fâtih Câmii avlusundadır.
       Emrullah Efendi, Türkiye’de ilk defâ içtimâî ve felsefî makâleler yazdı. Son zamanlarda fikrî yorgunluğu had safhaya ulaştığından unutkanlığı, dalgınlığı ile tanındı.
       Muhîtü’l Maârif isimli resimli ansiklopedisini, 1902’de bitirebilmek için büyük gayret sarf etmişse de vefât etmesi üzerine tamamlayamadı. Sonradan tek cilt olan eser, genişletilerek ve düzeltilerek 1914 senesinde yeniden basıldı.
1.2.Emrullah Efendi’nin Eserleri
Emrullah Efendi iki defa Maarif Nâzırı olmuş ve bu sırada tamamen "kendi eseri" denebilecek bazı eğitim girişimleri olmuştur. Bunlar Liseler örgütü, Eğitim Bakanlığı merkez örgütü, Darülfünun ıslahatları, Hakk-ı Telif Kânunu v.b’dir. Bunun yanısıra Emrullah Efendi'nin önemli yazıları da şunlardır:
— "Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin 1327 Senesi Dördüncü Kongresinde Tanzim Olunan Siyasî Programa Dair İzâhnâme", Konstantiniyye 1330.
— "Yeni Muhitu'l-Maarif" (Ansiklopedi), İstanbul 1317.
Muhid’ül-Mararif: 1902 yılında, tek başına, batı tarzı ansiklopedik bir eser meydana getirdi. Eser çok geniş olarak hazırlanmıştı ve ancak birinci cildin “a” harfinin ortalarına kadar yayınlanabildi.
Yeni Muhid’ül-Mararif: Emrullah Efendi, Maarif Nazırı olduktan sonra, söz konusu eseri tamamlamak için kendisinin başkanlık yaptığı 132 kişilik bir heyet oluşturdu ancak bu eser de önceki gibi bitirilemedi. Sadece birinci cildi neşir edildi.
İzahname: Eser, İttihad ve Terakki Partisi siyasi programı ile ilgilidir. Kitabın basılış tarihi 1330’dur. Kitap dört bölümdür. Eğitim ile ilgili görüşler üçüncü bölümünde 76–88 sayfaları arasında yer almaktadır.
Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti IV. Kongresi Nizamnamesi: Emrullah Efendi, İttihat ve Terakki Fırkası’nın kuramcılarından biri idi. Nizamname’de Cemiyet ile ilgili çeşitli konulara yer verilmiştir.
Gazetelerde de pek çok yazıları çıkmıştır. Bunlardan önemli olan bazıları şunlardır:
— "Usul-ü terbiye ve tedris", "Mirât-ı Maarif gazetesi 3 (28 Kânunusâni 1324), ss. 37-38.
— "Tedrisat-ı ibtidaiyye", "Mülkiye" gazetesi 23 (1326), ss. 42-64. 24 (1326), ss. 32-50. — "Terbiye ve esasları", "Sırat-ı Müstakim" gazetesi, 16 (1326) ss. 248-250 (Konferans notlan).
— "İlm-i terbiye ve tedris", "Ümmet" gazetesi, 1/6 (13 Haziran 1326), ss. 14-15; I/7 (24 Haziran 1326), s. 15; I/8 (2 Temmuz 1326) s. 14 (Emrullah Efendi'nin Dârülfünun'da verdiği derslerde tutulan notlardan).
— "İdare-i vilayet", "Yeni Muhitü'l-Maarif" gazetesi, 14 Nisan 1327 ss. 6-13; 25 Mayıs 1327 ss. 1-5.
— "Patrikhanelerin müstediyatı - Tedrisat mes'elesi ve Tanin gazetesi", "Yeni Muhitü'l-Maarif" gazetesi, 20 Ağustos 1327 ss. 1-13.
— "Darülfünunda inzibat" ("Darülfünun inzibatına müteallik Nizâmnâme lâyihasının esbab-ı mucibe mazbatası"), "Tanin" gazetesi, 7 Mart 1912.

1.3.Tuba Ağacı Nazariyesi
       Türkiye’de yeni maarif sistemi Osmanlı padişahı II. Abdülhamid’in kurduğu ilköğretim ve yükseköğretim kurumu ile başlar. Bu dönemde üniversite kurulması için birkaç başarısız denemenin ardından, Meşrutiyet’in ilk yıllarında maarif reformuna nereden başlanacağı konusu gündelik gazetelere kadar bütün basını uğraştıran bir mesele olmuştur. Bu sırada ortaya atılan iki teori vardır. Bunlardan biri Satı Bey’in maarif ıslahına ilköğretimden başlanması gerektiği fikri (Gündüz, 2010), diğeri ise Emrullah Efendi’nin Tuba Ağacı Nazariyesi’dir. Tuba Ağacı, kökleri sıradan bir ağacınki gibi toprağa bağlı olmaktansa havada duran bir cennet bitkisidir. Bu nedenle eğitimde hiyerarşik düzenin yükseköğretimden ilköğretime doğru olması gerektiğini savunduğu nazariyesine Tuba Ağacı Nazariyesi denmektedir. Emrullah Efendi bu fikrini bütünüyle gerçekleştirememiş, bununla birlikte mümkün olduğunca ilköğretimi teşkilatlandırarak işe başlamış, onun bu fikri daha sonra Darülfünun tarafından da benimsenerek bugüne kadar birçok taraftar bulmuştur. Tanzimat sonrasında ortaya çıkan birçok fikir hareketliliği içerisinde ‘medeniyetçiler’ diye bilinen ve günün siyasi icaplarına ayak uydurarak ölçülü bir düşünce tarzını benimseyen, Osmanlı birliğini korumak üzere Osmanlı-İslam geleneklerine sadık kalarak Batılılaşmayı amaç edinen, bunu da ancak eğitim ve öğretim yoluyla başaracaklarına inanan kesimin önde gelen isimlerinden biri de Emrullah Efendidir (Ülken, 1998; Kazıcı, 1995). Emrullah Efendi (1858-1914) tanınmış bir ilim ve fikir adamıdır. Birçok ilmi faaliyetleri yanında siyasetle de meşgul olmuş, 1909-1914 tarihleri arasında Maarif Nazırı olarak görev almıştır. Emrullah Efendi ilmi ve fikri çalışmaları yanında daha ziyade maarif nazırlığı sırasında gerçekleştirdiği eğitim reformları ve Tuba Ağacı nazariyesi ile tanınmaktadır. Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde eğitim-öğretimin planlama ve programlamasında Emrullah Efendi’nin “Tuba Ağacı Nazariyesi” olarak tanımlanan eğitim faaliyeti öne çıkmaktadır. Bu çalışmanın en temel özelliği, devletin içte ve dışta büyük problemlerle boğuştuğu bir dönemde, yerel kaynaklardan yola çıkılarak üretilen öncü bir eğitim teorisi özelliğine sahip olmasıdır. Ne var ki bu teori sosyal ve siyasi şartlar nedeniyle bütünüyle uygulanamamış, bununla birlikte kısmen uygulanabilen yönleriyle yükseköğrenimde bazı ilerlemeler kaydedilmiştir. Bu çalışmada eğitim tarihimiz açısından Emrullah Efendi’nin Tuba Ağacı nazariyesi olarak bilinen eğitim anlayışının yükseköğretimin yeniden yapılandırılması sürecinde tekrar göz önünde bulundurulması gerektiği irdelenmiştir.
1.4.Emrullah Efendi’nin Eğitim Görüşleri
Emrullah Efendi’ye göre:
1- Meşruti bir hükümette terbiyenin esası hürriyettir. Hürriyet ilimle kaimdir; bilgisizlik ile hürriyet bir arada durmaz.
2- Eğitim hürriyeti için eşitlik de olmalıdır. Eşitlik aynı olmak demek değildir. Eğitimde eşitlik okula kabul edilirken ve öğrenim süresince öğrencilerin eşit muamele görmesidir.
3-Eğitim din hükümlerine ve vatan menfaatlerine uygun olmalıdır.
Emrullah Efendi’ye göre Eğitim Bakanlığı siyasi bir bakanlıktır. Belli başlı üç amacı vardır:
1)İlmi himaye etmek
2)Vatandaşlara genel eğitim vermek
3)Eğitim yoluyla Osmanlı birliğini sağlamak
Emrullah Efendi’nin ilköğretim, ortaöğretim ve yükseköğretime yönelik çalışmalarını aşağıdaki başlıklar altında inceleyebiliriz. (Ergün: 1996; Akyüz: 1997):
1. Dil Eğitimi: Darulfünun’da bir dil şubesi aşılmasını sağlamıştır. Burada Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca, Arapça, Farsça ve Rusça dilleri öğretildiği gibi isteyen öğrenciler bu dillerin edebiyatlarını da öğrenebileceklerdir. Açılan bu derslere yaklaşık bin civarında istekli öğrencinin katıldığı belirtilir.
2. Hazırlık Sınıfları: II. Abdülhamit döneminde okuyamadıklarını iddia eden birçok kişi Darulfünun’a kaydolmuştur. Bunların çoğu idadi mezunu olmayan medrese çıkışlı ileri yaştaki kişiler idi. Bu durum karşısında birçok önlem düşünülmüş ve nihai olarak hazırlık sınıflarının açılması sağlanmıştır. Başlangıçta bir ardından iki yıl olarak düzenlenen bu sınıflar Darulfünun Hukuk Mektebi’ne başlayacaklar için hazırlık niteliği taşıyordu. Ayrıca Emrullah Efendi orta öğretimdeki iyileşmeler sağlanıncaya kadar bu tür hazırlık sınıflarının üniversiteye geçişte önemli bir boşluğu dolduracaklarını da düşünüyordu.
3. Eğitimin Merkezileştirilmesi: Ülke genelinde uygulanacak bütün eğitim çalışmaları için şu çerçeve ilkeler belirlenmiştir. Din ve ahlak öğretimine öncelik vermek. Eğitimde Osmanlı ruhunu canlı tutmak. Pratik değeri olan konulara öncelik vermek. İbtidai ve rüşdiyelerde askeri talimler yaptırmak. Bu temel ilkeleri belirleyen Emrullah Efendi, teftiş ve denetimler aracılığıyla eğitimde birliği ön plana çıkarmaya ve ülke genelinde eğitim seviyesini kurumsal yapılanmalar yoluyla geliştirmeye çalışıyordu. Ayrıca Hukuk Mektebi’ndeki şubeleri de en aza indirmek için çaba göstermiş ve bu mektebi ortak dersler okutuluyor gerekçesiyle iki şubeye indirmiştir.
4. Mesleki Diploma: Daha önce uygulanan birçok üniversite çıkış sınavına karşı gelerek özellikle Hukuk Mektebi’nden mezun olanlara Mülazemet rüusu ve Müderrislik rüusu gibi iki farklı diploma verilmesini sağladı. İlk diploma sadece normal mezuniyeti ifade ederken ikinci diploma ders vermeyi de içermekteydi.
Emrullah Efendi’nin eğitim politikasında kendisinden önce Eğitim Bakanlığı yapmış olan Mustafa Nail Bey (1861-1992)’in çalışmalarının ve hazırlıklarının da büyük etkisi vardır. Emrullah Efendi’nin etkinlendiği bu çalışmalardan başlıcaları:
1)      Bütün Osmanlı okullarındaki eğitimin birleştirilmesi çalışmaları
2)      Eğitim alanında yeni yasal düzenlemeler ve ilköğretmen okullarının yeni düzeni
3)      Gayrimüslim okullarına müdaheleler
       Görüldüğü gibi Tuba Ağacı Nazariyesi eğitim tarihimizin eğitim politikalarına yön veren önemli felsefi adımlardan biridir. Bu nazariyeden hareketle yükseköğretim politikasının şekillenmesi ve yeni birçok uygulamanın hayata geçirilmesi söz konusu olabilir. Bu anlamda günümüz yükseköğretim politikalarını yeniden düşünmek ve geçmişle ilişkili olarak yeni politikalar üretmek mümkün olabilir.

1.5. Mustafa Satı Bey ve Emrullah Efendi
       “Türk eğitim tarihi açısından eğitimde yenileşme nereden başlamalı?” sorusu ve bu soru temelinde özellikle Emrullah Efendi ve Satı Bey arasında geçen II. Meşrutiyet dönemindeki tartışmalar önem arz etmektedir. Tartışmada, Emrullah Efendi, eğitimde yenileşmenin yükseköğretimden başlatılması gerektiğini “Tûbâ Ağacı Nazariyesi” teorisi ile savunmuştur. Satı Bey ise bu teoriye karşı çıkarak eğitimde yenileşmenin ilkokuldan başlatılmasının daha iyi olacağını ifade etmiştir. Söz konusu tartışma için aslında birçok açıdan halen güncelliğini korumakta olan bir tartışma olduğu söylenebilir. Zira 21.yy’daki Türkiye koşulları göz önünde bulundurulduğunda; eğitimde kapsamlı bir yenileşmenin gündeme getirilmesinin ülke geleceği açısından faydalı olacağı düşünülmektedir2.
       Emrullah Efendi nitelikli bir toplumda eğitimin gelişebilmesi için, öncelikle nitelikli bir yükseköğretimin gerekliliğini savunmuş ve bunu Tûba Ağacına benzetmiştir. Satı Bey ise bu fikre şiddetle karşı çıkmış, toplumda nitelikli bir eğitimin öncelikle nitelikli bir ilköğretim sistemine bağlı olduğunu ve zayıf bir ilköğretimin temelleri üzerine sağlam bir yükseköğretimin geliştirilemez olacağını savunmuştur (Doğan, 2012: 360-361). Satı Bey’e göre Tûbâ Ağacı Nazariyesi’ni savunanlar temelde iki iddia da bulunabilirler. Bu iddialardan birincisi, herşeyden önce bize yükseköğrenim görmüş bir aydınlar topluluğu lazımdır şeklindedir. İkincisi ise tüm toplumlarda, önce yükseköğretim geliştirilmiş, sonra ilköğretim ele alınmıştır (Akyüz, 2011: 302) iddiasıdır. Ancak temelde tartışmayı alevlendiren, yani II. Meşrutiyet döneminde eğitimde reformun üstten mi alttan mı başlaması gerektiğine yönelik Satı Bey ile Maarif Nazırı Emrullah Efendi arasında geçen Tûbâ Ağacı Nazariyesi tartışmasının dozunu artıran, Satı Bey’in “Maarif Islahatı Hakkında” başlığı ile 1909’da Maarif Nazırı Emrullah Efendi’ye sunduğu dilekçe olmuştur. Bu dilekçede Satı Bey, maarifin (eğitimin) bütün şubeleri arasında şiddetli bir irtibatın var olduğunu; dolayısıyla maarifin hiçbir şubesinin ve eğitim öğretimin hiçbir derecesinin diğerlerinden ayrı olarak düzeltilmesi veya geliştirilmesinin mümkün olmadığını savunmuştur.
2 2Polat, M. & Arabacı, İ (2015): “Emrullah Efendi ve Satı Bey’den Günümüze: Eğitimde Yenileşme Sorunsalı. Pamukkale Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, ss.35-43.
Zira yükseköğretimin ilerlemesi ve gelişmesi onların öğrencisini yetiştirmekte olan ilk ve orta öğretimin ilerlemesine ve gelişmesine bağlıdır, şeklinde eğitimde reforma ilişkin
görüşlerini net bir biçimde açıklamıştır. Bu nedenle “Pedagoji bilmemekle” itham ettiği Nazırla olan görüş ayrılıkları çok yayılmış ve buna yönelik uygulamaları, aynı zamanda onun Darülmuallimîn’den istifa etmesine sebep olmuştur. Tartışma ise Satı Bey Türkiye’den ayrılıncaya kadar devam etmiştir (Gündüz, 2010).
1.6.Emrullah Efendi ve Öğretmen Yetiştirme
Emrullah Efendi, gerek yazdıkları ile gerekse maarif nazırlığı sırasında yaptığı çalışmalar ile öğretmen yetiştirme tarihimizde önemli bir yere sahiptir. Emrullah Efendi’nin Maarif  Nazırı ve bir eğitim insanı olarak öğretmen yetiştirme ve öğretmenlik kurumu ile yaptığı yenilikler aynı zamanda II. Meşrutiyet Dönemi’nde eğitim alanında yapılan ıslahatların en önemli ve en kapsamlılarını teşkil etmekteydi.  

Emrullah Efendi, Bakan olduğu zaman verdiği bir demeçte 70.000 öğretmene ihtiyacımız bulunduğunu, bu geniş ihtiyaçlar karşısında imkânların çok dar olduğunu; ancak "maarifin temeli maarif-i ibtidaiye" olduğu için, Bakanlığın çalışmalarında en büyük yeri ilköğretim çalışmalarının alacağını söylüyordu. Daha sonra da bina, para, öğretmen yetiştirme ve bulmayı temel alarak geniş bir çalışma programı yaptı. İlköğretimdeki bazı harcamaları yörelerine yükleyen bazı kararlar aldı, öğretmen yetiştirme hususunda Mustafa Nail Efendi zamanında başlayan çalışmalara devam etti, denetim esası üzerine dayanan bir İlköğretim yasası taslağını Meclis'e sundu.
Emrullah Efendi zamanında Meclis'e sunulan ilköğretim yasa tasarısının hazırlanma çalışmaları kendisinden önceki dönemde başlamıştı. Ancak yeni Bakan, Meclis'e sunduğu tasarıyı tamamen yeni baştan ele almış, Fransa ilköğretim sisteminin ve yasasının hemen hemen Osmanlı ülkesine ve Türkçe'ye bir uyarlamasını yapmıştı. Tasarı, ilköğretimin parasızlığı ve zorunluluğu üzerine dayanıyordu. Öğretmen yetiştirme ve öğretmenliğin bir meslek haline getirilmesi de yasa tasarısında önemli bir yer alıyordu.
Öğretmen yetiştirmek için Dârülmualliminlerde yeni düzenlemeler gereklidir. Bu okulların hepsi yatılı ("leylî") olmalıdırlar. Buradaki öğretmenleri Devlet yetiştirmeli ve istediği yere yollamalıdır. "Benim bütün ümidim Dârülmualliminlerdedir. Muallimler köye gitmeli, köyü aydınlatmalıdırlar. Köyün de muallimi nâsıhı, velinimeti olmalıdır. Biz böyle muallim istiyoruz" diyen Emrullah Efendi, bu alanda yapılacak çalışmalara, her iki bakanlığı sırasında da bütün gücüyle devam etmiştir. Yeni Dârül-mualliminler yaptırmış, gündüzlü olanları yatılıya çevirtmiş, İstanbul'da yatılı bir Dârülmuallimat kurdurmuş*, İstanbul Dârülmuallimînine "Tatbikat Mektebi" yaptırmış, kapatılmış olan Dârülmuallimîn-i Rüşdîleri yeniden açtırmış, idadi öğretmenlerini yetiştirmek için bir "Dârülmuallimîn-i Aliye" kurmuştur. "Çıktığı mektebe muallim olan efendilerle bir mektep idare olunamaz;" diyerek120 sağlam bir öğretmen yetiştirme politikası izleyen Emrullah Efendi'nin yatılılık politikası başarıya ulaşmış; 1914 yılında ancak üç öğretmen okulu gündüzlü kalmıştı.
Emrullah Efendi, yaptığı işlerin içinde, en fazla öğretmen yetiştirme çalışmalarını beğenmiştir. Mecliste Boşo Efendi (1876-1929)'ye karşı: "Canım sen de bizim Maarifi o kadar fakir zannetme! Bizim Dârülmuallimînlerimizin düzeni Avrupa'da bile yok!" demiştir.
KAYNAKLAR
AKYÜZ, Y. (1997). Türk Eğitim Tarihi. İstanbul: Kültür Üniversitesi Yayınları.
ERGÜN, M., (1990). Türk Eğitiminin Batılılaşmasını Belirleyen Dinamikler. Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi. VI/17.
ERGÜN, M. “Emrullah Efendi: Hayatı-Görüşleri-Çalışmaları”, DTCFD, XXX/1-2 (1982), s. 7-36.
GÜNDÜZ, M. (2010). “Gelenek ve Modernlik Arasinda Bir Eğitimci: Satı Bey ve Fenn-I Terbiye Adli Eseri Üzerine Bir Inceleme”, Turkish Studies-International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 5/3, 1392-1415.
KAZICI, Z. (1995). Emrullah Efendi, Diyanet İslam Ansiklopedisi, İstanbul: TDV Yayınları.
KOÇER, H., A. Türkiye’de Öğretmen Yetiştirme Problemi, Ankara 1967, s. 55; a.mlf.
POLAT, M. & Arabacı, İ (2015): “Emrullah Efendi ve Satı Bey’den Günümüze: Eğitimde Yenileşme Sorunsalı. Pamukkale Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, ss.35-43.

SOMER, Ziya: "Bir Adamın ve Bir Şehrin Tarihi. Tevfik Nevzat" İzmir 1948, ss. 28-29,31.

ÜLKEN, H. Z. (1998). Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul: Ülken Yay



11 Ocak 2016 Pazartesi








THE OUTLOOK ON THE GENDER INCLUSIVE LANGUAGES 




Zeynep Gizem Emir

Middle East Technical University


         
Sexist language is language that is in favor of one sex, whereas it discriminates the other sex. In most cultures, the bias is in favor of men and against women. That's why you will see mostly the slangs that are derived from the femininity. I am particularly pointing to it because I don't want some of you judge my paragraph without being not knowledgeable enough on the relationship between language and gender. :)




  Perception of these words can differentiate from person to person, so we wish the words like doll, fıstık, las esposas, kura domowa, minikin, le sexe faible, tart and so are intented to be used as the terms of endearment. Below, you will see the words whose meaning can change because of the different types of cognition. No one perceives the same! 




While a group of people thinks that "doll" is a compliment showing that the female is pretty, other group thinks that males try to objectify the females by labelling them with "the doll". Woow guys, now you are on the edge of a sharp cliff and think the space between the ground and the piece of solid that you are standing on! Feel the gap coz there are many cognition ways here. If one says you "a doll", firstly think about who said it. Assume that it is your BF, are you sure of that he says it as he likes you/ he finds you beautiful, or does the use of "the doll" have a politic meaning? If it is the latter, it is most probably that your boyfriend is with you because of your beauty. Take care yourself because he will leave you alone when you lose your beauty. What an annoying way of thinking it is! 



                                                     Doll   
                           
Doll is an English word which can be perceived in two different ways. 

Meaning 1#: A term of endearment used to talk about/to a pretty girl. (Urban Dictionary)

Meaning 2#: A toy that can be a property for someone. (A Doll's House, Henrik Ibsen)




What do you think about this word's meaning? Go to the bottom of the page, fill out the questionnaire and share your cognition with us! 






                                Kura Domowa

Kura Domowa is a Polish word which can be perceived in two different ways.

Meaning 1#: Housewife

Meaning 2#: Home's hen - but its like 'women 
who only spend time in kitchen, clean and do all 
household chores alone'. 


While some people think that being a kura domowa is one of the requirements of being a woman, other group thinks that it is offensive because woman should have rights to do whatever she wants as men do.


What do you think about this word's meaning? 

Go to the bottom of the page, fill out the questionnaire and share your opinion with us!




                                                       Fıstık

Fıstık is a Turkish word which can be perceived in two different ways.

Meaning 1#: Peanut 

Meaning 2#: Men say it for the "hot girls" in slang. It means "chick, hottie". 

While some men use the term for referring to a very beautiful woman, other group (mostly composed of females) is disturbed. 


Are women nuts or just a simple form of creature as men are? OR
If the women are peanuts, can the men be cashew?
Think it! There is a hidden message. I hope you will be more careful with the use of language.  :) 

What do you think about this word's (fıstık) meaning? Go to the bottom of the page, fill out the questionnaire and share your opinion with us!



                             Las Esposas

Las esposas is a Spanish word which has two different meanings.

Meaning 1#: handcuffs

Meaning 2#: wives


Did you feel the same thing with me?
I think "las esposas" is a word that is created by the men who believe their wives constrain them. If you ask me, las esposas is a connotation for wives, whereas it is a denotation for handcuffs.  

What do you think about this word's meaning? Go to the bottom of the page, fill out the questionnaire and share your cognition with us!


                                                                          

                             Le sexe faible
Le sexe faible is a French word which can be perceived in two different ways.

Meaning 1#: a sex that should be cared much.

Meaning 2#: physically weak, a sex that can easily be overwhelmed.

What do you try to mean? Think the females who take taekwando lessons, and hook it the places where they are. 


What do you think about this word's meaning? Go to the bottom of the page, fill out the questionnaire and share your opinion with us!




                                              Zorba

Zorba is a Greek name! As a person who is living in Turkey, I perceive "zorba" in a different way. In our language zorba means "autocratic person", and this adjective mostly attributes to males because of their physical superiority (By using the word "superiority", I just focus on the general idea. For me, women can be more physically superior than men with enough practice). As for Greek, "zorba" is one of the most often used as a male name.  

There is an international cognition difference! 



What do you think about this word's meaning? Go to the bottom of the page, fill out the questionnaire and share your opinion with us!



                                   
Devushka

Devushka is a Russian word which can be perceived in two different ways.

It means single woman.

Why is a woman's marital status that much important while a man's is not. If one's mentality does not allow a married woman to date with another male, it should not let men do the same thing, as well. 


Do you feel disturbed? Go to the bottom of the page and fill out the questionnaire and share your opinion with us!





Minikin

Minikin is a Dutch word which can be perceived in two different ways.

Many Dutch people attribute to delicate women with this word. From my perspective, it is sexism since not only females are delicate, but also the males are. I think it is like the issue of likening women to flower in Turkey. Some women do not want to be likened a plant. We are women! Not a flower, not an object!


Do you feel disturbed? Go to the bottom of the page and fill out the questionnaire. Share your opinion with us!





Mačka

Mačka is a Bosnian word which has two different meanings.

Meaning 1#: a cat

Meaning 2# : a hot girl (in slang)



Do you feel disturbed? Go to the bottom of the page and fill out the questionnaire and share your opinion with us!




Gulamı


Gulamı is a Zazaki word which can be used in two different contexts.

Context 1#: Rose

Context 2#: My rose (a term of endearment) 

Do you feel disturbed? Go to the bottom of the page and fill out the questionnaire and share your opinion with us!

Don't you want to share your opinions! I wonder how you think! Please go to commentaries part and copy the link. The questionnaire will only take your 60 seconds :)



7 Ağustos 2014 Perşembe

Türk Sinemasında Kadın Olmak


Türk Sinemasının Kadın Yüzü
Zeynep Gizem Emir






  
Giriş


     Bu çalışma Türk sinemasında kadına bakış açısı hakkında bilgi vermeyi amaçlamaktadır. Türkiye'de sinema adına kadına verilen değer, kadının yeri ve önemi konu edinilmektedir.Türk sinemasında kadın imgesi sinema içinde incelenmesi gereken en önemli konulardan biridir. Dünya'da sinemanın icadından (1895) günümüze kadar olan süreçte kadının sinemadaki yeri ve önemi ülkelere göre farklılık göstermiştir. Feminist akımın dünyada geniş yankı bulduğu zamana kadar kadın, sinemadaki pasifliğini yenememiş; erkek tarafından yönetilen olmuştur. 1980li yıllara gelindiğinde ise feminizmin desteğiyle özneleşmiş, hem oyuncu hem senarist hem de yönetmen olabilmiştir. Aynı dönemde ülkemizde sinemadaki kadın hareketlerini inceleyecek olursak kadın oyuncu sayısının arttığını ve sinemada kadın pozisyonunun gittikçe iyileştiğini görürüz. Yine de birçok kadının film yönetmediği, bir erkek yönetmen tarafından yönetilen filmde yönetildiği gerçeğini yadsıyamayız. Nitekim 1980 Türkiyesi'nde yönetmeni kadın olan filmlerin sayısı toplam filmlere orantılandığında %1.73 gibi küçük bir rakamla karşılaşılır. Günümüzde bile kadın yönetmenler yok denecek kadar azdır. Öyle ki 1950 ve 1959 yılları arasındaki dönemde yönetmeni kadın olan filmlerin toplam filmlere oranı %0.55 iken 2000li yıllara gelindiğinde kadın yönetmenlerin oranında çok büyük bir değişim olmayarak oran %5.76'ya çıkmıştır (Öztürk, S. Ruken, 2004).




Türkiye'de Kadın Oyuncular, Yönetmenler ve Senaristler

Türk ve Müslüman kadınların beyazperdede oyunculuk yapması Cumhuriyet Dönemi'nin ilk beş yılına kadar geleneksel din anlayışı sebebiyle mümkün olamamıştır. Bu döneme kadar Türk topraklarında çekilen filmlerin oyuncu kadrolarına baktığımızda sinemada Ermeni, Rus, Beyaz Rus gibi Osmanlı azınlığı kadın oyunculara yer verildiği görülür. Muhsin Ertuğrul'un yönetmenliğini yaptığı Türk filmi olan Ateşten Gömlek'te (1923) ilk defa Türk oyuncu Bedia Muvahhit ve Neyyire Neyir'e oyunculuk verilmiştir. Bu vakitten sonra kamera önünden birçok kadın gelip geçmesine rağmen ilerleyen yıllarda 1933'te Söz Bir Allah Bir isimli filmle sadece Cahide Sonku sinemaya adını altın harflerle yazdırabilmiş ve Türk sinemasında yıldız olarak nitelendirilmiştir. Bu konu hakkında usta sinema eleştirmenimiz Agah Özgüç de Türk Sinemasının Kadınları adlı kitabında Türk Sineması'nın tiyatro egemenliğindeki geçiş döneminde Cahide Sonku dışında gerçek anlamda yıldız oyuncu göremeyeceğimizi belirtip şöyle ekler:

Bedia Muvahhit, Neyyire Neyir (1923), Semiha Berksoy, Feriha Tevfik (1929), Fatma Andaç (1934), Necla Sertel, Perihan Yanal (1938), Nevzat Okçugil (1939), Nevin Akkaya (1940), Nevin Seval, Nezihe Becerikli (1941), Muazzez Arçay (1942), Gülistan Güzey (1943), Oya Sensev (1944), Nebile Teker (1945), Berrin Aydan, Şaziye Moral, Nevin Aypar, Melahat İçli, Handan Adalı (1948), Mualla Sürer (1947), Hümaşah Hiçan, Aliye Rona (1948), yalnızca tipoloji ve karakter yaratma açısından dönemin ün yapmış belli başlı oyuncularıdır. İçlerinde Nezihe Becerikli, Gülistan Güzey, Hümaşah Hiçan ve özellikle Nevin Aypar biraz daha öne çıksalar da sınırlar aşılmaz (2008, p. 3).


1980 öncesi kadın yönetmenler konusunu ele aldığımızda bu noktada Türk sinemasında kadın oyuncuların geri plana atılması gibi kadın yönetmenlerin de ataerkil toplum yapısı içerisinde yönetmen olarak sinema camiasına katılımının çok da yüksek olduğu söylenemez. Hatta ülkemizin ilk kadın yönetmenlerinden olan Feyturiye Esen ve Nuran Şener'i tanıyan insan sayısı oldukça azdır, öyle ki çoğunun filmlerine ulaşmak güçtür. Oysa aynı dönemde yönetmenlik yapmış olan Metin Erksan daha geniş bir kitle tarafından tanınmaktadır. Ülkemizde kadınların yönetmenlik yapmaya başlaması farklı ülkelerdeki kadınların yönetmenlik yapmasından en az yarım yüzyıl sonra mümkün olabilmiştir. Bu da Türk sinemasını köreltmiş, kadından yoksun bırakmıştır. İlk kez Cahide Sonku 1951 yılında aynı zamanda oyunculuk da yaptığı Vatan ve Namık Kemal filminin yönetmenliğini üstlenmiştir. Ardından 1954 yılında Beklenen Şarkı filmini yönetmiş yine aynı zamanda bu filmde de oyunculuk yapmıştır. Cahide Sonku ile başlayan bu hareket Yeşilçam'dan günümüze birçok başarılı kadın yönetmenin doğuşuna neden olmuştur. Şimdi sırayla dört usta kadın yönetmenimiz ve kısaca hayatlarından bahsedelim:


Hayatı Yöneten Kadınlar: Kadın Yönetmenlerimiz 
Cahide Sonku



Cahide Serap, bilinen adıyla Cahide Sonku (d. 27 Aralık 1919, ö. 18 Mart 1981) Türk sinema ve tiyatro oyuncusu, ilk kadın yönetmen ve yıldız olarak bilinir. Muhsin Ertuğrul dönemi olarak bildiğimiz 1950ler öncesinin önemli ismidir. 1950 yılında kendi adına Sonku film şirketini kurmuştur. Sinema araştırmacısı Agah Özgüç'ün Cahide Sonku ile yaptığı söyleşiden edindiğimiz bilgiye göre Sonku Fedakar Ana (1949) filminde yapımcılığa soyunur, yine bu filmde kamera arkasına geçerek yönetmenliği de ilk kez dener; ancak çoğu kaynakta "Cahide Sonku'nun yönetmenlik serüveni Vatan ve Namık Kemal (1951) filmiyle başlar." ifadesi yer alır. Çeşitli kadın filmlerinin ortaya çıkmasında katkısı vardır. Kendisine ait olan Sonku Filmin çıkarttığı Güldağlı Cemile (1951) isimli film de buna örnektir.



Feyturiye Esen

Feyturiye Esen (d. 1928, ö. 18 Haziran 2004) yapımcı, yönetmendir. 1957 yılında sinemanın çocuk yıldızlarından olan kızının ismini verdiği Hilal Film'i kurmuştur. Eşini genç yaştayken kaybeden Esen, sinema dünyasına küçük yaşta adım atan kızı Hilal'i korumak ve o dönem içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıdan da biraz kurtulabilmek için sinemadan çekilmiştir. İsmini çok az duyduğumuz, hatta ne yazık ki çoğumuzun ismini duymadığı Feyturiye Esen Uçan Süpürge yapımcılığında Ruken Öztürk ve Sabri Büyükdüvenci tarafından yazılmış olup, Nuran Bayer'in yönettiği Ötekinin Sesi: Yeşilçam'ın Görünmeyen Kadınları isimli belgeselle gündeme gelmiş, görünmeyen kadın Esen'in ismi bir nebze daha duyulmuştur. İlk ve tek yönetmenlik deneyimini çift yönetmenli film olarak değerlendirilen Canım Benim (1965) filmiyle gerçekleştirmiştir. Bu filme çift yönetmenli denilmesinin ise küçük bir öyküsü vardır. Filmin kalitesi beklentinin aşağısında kalınca Feyturiye Esen'in diğer filmlerinde de ona yardımcı olan Rahmi Kafadar bazı sahneleri tekrar çekmek zorunda kalmıştır. Bu durum filme çift yönetmenli denmesinin nedenidir. Feyturiye Esen'in iki kızı vardır. Annesinin kendisinin ismiyle film şirketi açtığı kızı Hilal Esen ABD'de, diğer kızı İclal Esen ise halen Milas'ta ikamet etmektedir.

Bilge Olgaç 


Bilge Olgaç (d. 1940, ö. 3 Mart 1994) sinema yönetmeni ve senaristtir. Kamerasını toplumsal sorunlarımıza çevirmiş olan usta yönetmenimizdir. Filmogrofisi çok geniş olan Olgaç ağırlıklı olarak Gülüşan (1985), Gömlek (1988), Umut Hep Vardı (1991) gibi filmlerinde kadın sorunlarını ele almıştır. Olgaç'ın hayatı, senaryo yazarı ve yönetmeni Feza Sınar'ın olduğu Kameranın Ardındaki Kadın Bilge Olgaç isimli bir belgesele konu olmuştur. Linç (1970) isimli filminde hiç kadın oyuncu oynatmamıştır. Bu filmin bir diğer özelliği de filmin oyuncularının gerçek hayatlarında hapse hiç girmemiş olmasıdır.









Türk Sinemasında Kadın Temsilleri


Sinema toplumun sahneye yansıtılmasıdır. Tam da bu nedenden ötürü dönemin toplumsal yapısını, cinsiyetlerin toplumdaki rolünü, yerini ve önemini anlamamızı sağlayan en önemli unsurlardan biridir. Her toplum kendi içinde toplumsal kadın ve erkek rolleri tanımlar ve bunu filmlere de yansıtır. Örneğin kadın, çoğu filmde görsel haz unsuru olarak ele alınırken, erkeğin gücüne değinilir. Sinemamıza kadının girdiği tarihten itibaren kadının toplumdaki yerini ekranlardan da analiz etme şansını yakaladık. 1950li yıllarda sinemada daha sık gördüğümüz kadın karakterlerin gerçek yaşamda karşılaştıkları zorlukları sahneye başarıyla aktarabildiğini görmekteyiz. 1950li yılların kadının filmlerde nasıl yansıtıldığını kısaca inceleyelim: Bu dönemde sinemasında kadınlar ikiye ayrılır. Melek kadınlar ve aşırı uçtaki şeytan kadınlar tiplemeleri sıklıkla göze çarpar. İyi kadınlar asla kötülük yapmaz, namuslu ve evinin hanımıdır, şefkat ve merhamet gösterendir. Kötü kadınlar ise genellikle kötü yola düşmüştür. Bu, gazinoda çalışan bir konsomatris olabileceği gibi erkeğe acı çektirmekten hoşlanan bir kadın da olabilir. Dönemin filmlerine göz atalım: Mümtaz Ener'in yönetmenliğini yaptığı 1950 yapımı Onu Affettim filmi (aşık olduğu adam tarafından iğfal edildikten sonra kötü yola düşen kadının intikamını alma serüveni), Vedat Örfi Bengü'nün Çıldıran Babası-1950 (doktor kocasını aldatan bir kadın ve günah mahsulu çocuğun öyküsü), Cahit Irgan'ın yönettiği Bırakılan Çocuk (1950)(Genç bir kadının çocuğunu ve kendisinden yaşça büyük kocasını terk etmesi), Beni Mahvettiler (1951)(Tecavüze uğrayan genç kızın hikayesi), Güldağlı Cemile(1951) (Çocuklu, dul bir kadının öyküsü), Bu Kız Böyle Düştü (1952), Kahpenin Kızı (1952)( Sevdiği adamla evlenebilmek için tüm engellere karşı savaş veren bir kadının hikayesi)... 1960larda ise Muhterem Nur filmlerini görüyoruz. 1970lerde Kadın Satılmaz(Kadınların o dönemki yaşam tarzlarının analizi), Köye Dönen Yosma(bir kadının eniştesine aşık olma hikayesi)... tarzında filmler yapılmıştır. Toplumsal içerikli filmlere bakıldığında ise kadına bakış açısının gerçekçi olduğu kanısına varmaktayız. Örneğin, Lütfi Akad'ın Gelin, Düğün, Diyet (1973) üçlemesinde "Gelin" insan ilişkileri kadar ataerkil, feodal ilişkilerin de sorgulandığı çok boyutlu bir trajedidir; çünkü Meryem (Hülya Koçyiğit) ve ailenin ezilen kanadından olan kocası ailenin diğer üyeleri için çocuklarını kurban vermişlerdir. Bu nedenle büyük bir trajedi yaşamış olan Meryem evi terk edecek, kişisel özgürlüğünü ve yaşamını kazanmak üzere işçi sınıfı saflarında yer alacaktır. Akad'ın gerçekleştirdiği bu kesin toplumsal analizin önemli yanı kadın kahramanı toplumsal dönüşüm sürecinde, aile ilişkilerinde en mağdur olan halkayı olayın merkezine koyup onu kahramanlaştırmasıdır. Bu anlamda filmin gerçek kahramanı Meryem'dir. Film aynı zamanda kayınvalide karakteri yoluyla ataerkil sistemin aslında kadın eliyle de beslendiğine dikkat çekmiştir (Algan, N., 2014). Ömer Kavur'un, Refik Halid Karay'ın Memleket Hikayeleri (1919) eserinde yer alan Yatık Emine adlı uzun öyküsünün sinema uyarlaması niteliğindeki Yatık Eminesi (1974), Yılmaz Güney'in Arkadaş'ı (1974) , Süreyya Duru'nun, Bekir Yıldız'ın romanından uyarlanan Bedranası (1974) ve Kara Çarşaflı Gelini (1976), Türkan Şoray'ın Dönüşü (1972), Atıf Yılmaz'ın Selvi Boylum Al Yazmalımı (1977), Ali Özgentürk'ün Hazalı (1981) ve Zeki Ötken'in Sürü (1978) filmi kadına gerçekçi bakışla yaklaşan filmlere örnek olarak gösterilebilir (Oğuz, Y., 2006, s. 174). Filmlerin konularına kısaca bakıldığında Yatık Emine filminde toplumun dışına itilmiş bir kadın karakter görürüz. Ötekileştirilmesinin nedeni ise görenekleri çiğnemiş olmasıdır. Arkadaş filminde objektif yozlaşmış toplumsal yapıda kadına döndürülmüştür. Bedrana genç bir kadının iftiraya uğraması ve devamında gelişen olaylar serüvenidir. Kara Çarşaflı Gelin kan davasını sonlandırmak için karşı aileye verilen gelinin dramını konu alır. Kadına adeta duygusu olmayan, kararı sorulmayan biri olarak bakılır. O, insandan çok kimliksiz bir varlıktır. Dönüş filminde kadın karaktere iftira atılır ve dövülür. Bu film kadına şiddetin göstergesidir. Selvi Boylum Al Yazmalım'da aldatılan, terkedilen bir kadına rastlarız. Hazal Doğu Anadolu'nun bir köyünde çocuk yaşta evlendirilen bir kızın öyküsüdür. Sürü filminde ise kadınları sadece nesne gibi kullanıp, onların vücudunu metalaştıran zihniyeti yok etmek isteyen genç çifti görmekteyiz. 1980li yıllar başlarken filmlerinin sayısındaki azalış ve yapılan az sayıdaki filmin arabesk ve şarkılı filmler olması dikkat çekicidir. Toplumsal sorunları ele alan filmler yerini bireysel sorunları sahneye taşıyan filmlere bırakmıştır. Bu durumdan kadın filmleri de payını almış, bu dönemde özellikle kadının bireyselleşebilme sorunsalı ele alınmıştır. 1980li yılların ünlü kadın filmleri yönetmeni Atıf Yılmazdır. Yard. Doç. Dr. Gürsel YAKTIL OĞUZ editörlüğünü yaptığı Toplumsal Yaşamda Kadın (2006) adlı kitabında Atıf Yılmaz'ın 1980-1989 yılları arasında çektiği 17 filmden 13'ü doğrudan kadın filmi denebilecek nitelikte olduğunu belirttikten sonra yazısına şöyle devam etmiştir: Delikanlı, Mine, Bir Yudum Sevgi, Kadının Adı Yok, Dul Bir Kadın ve Ölü Bir Deniz filmleri Atıf Yılmaz'ın çektiği kadın filmlerine örnek olarak gösterilebilir. 1980li yıllarda Atıf Yılmaz dışında kadını konu alan filmler arasında Ömer Kavur'un Ah Güzel İstanbul, Türkan Şoray'ın Yılanı Öldürseler, Şerif Gören'in Derman, Erden Kıral'ın Ayna, Yavuz Turgul'un Fahriye Abla, Bilge Olgaç'ın Kaşık Düşmanı, Sinan Çetin'in 14 Numara, Halit Refiğ'in Teyzem, Süreyya Duru'nun Fatmagül'ün Suçu Ne?, Yusuf Kuçenli'nin Gramafon Avrat, Şahin Kaygun'un Afife Jale, Nisan Akman'ın Dünden Sonra Yarından Önce, Engin Ayça'nın Bez Bebek, İrfan Tözüm'ün Rumuz Goncagül gibi filmleri gösterilebilir. 90lı yıllara gelindiğinde kadın karakterlerin toplumda var olan gerçek kadın kimlikleriyle filmlerde yer almıştır. Rıza Kıraç'ın, Doksanlı Yıllarda Sinemamıza Genel Bir Bakış adlı makalesine göre doksanlı yılların bir özelliğinin de TRT'den ürün veren kadın yönetmenlerin sayısında bir artış olduğudur. Canan Evcimen İçöz, Biket İlhan, Fide Motan, Tomris Giritlioğlu zaman zaman TRT için, zaman zaman da TRT'den destek alarak film üretmiştir; ancak bu filmler beklenen ilgiyi görmediği gibi T.C'nin ideolojik propagandasını yapan filmler dışında kalanlar sinema perdesine ancak festivallerde yansıdı. Bu dönemin önemli özelliklerinden biri de marjinal kesmin sinemada kendilerine yer bulabildiği dönem olmasıdır. Toplumumuzun kapalı olması nedeniyle 1960lı yıllara kadar eşcinsellik üzerine filmler yapılamazken ilk kez 1962'de çekilen Ver Elini İstanbul ile bu gelenek yıkılmıştır. Daha sonra eşcinsellik üzerine yapılan filmlerde kadının kendi cinsiyetinin kendi özgür iradesinde olduğu mesajı sık sık verilmiştir. 90larda bu tür filmlerin sayısında artış gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Lezbiyen ilişkileri Türk sinemasında sömürü haline getiren 1970-1980 döneminin aksine 90lı yıllarda filmlerde işlenen eşcinsellik teması daha bilinçli bir şekilde yansıtılmış, seyirciyi tatmin ve tahrik aracı olmaktan çıkmıştır. Bu dönemde beyazperdeye yansıtılan kadınlar daha özgürdür. Dönemin belli başlı kadın eşcinselliği üzerine oturtulmuş filmi Atıf Yılmaz'ın Düş Gezginleri(1992)dir. Atıf Yılmaz ve eşcinsellik temasını bir yana bıraktığımızda dönemin ünlü kadın filmleri yönetmenleri Zeki Demirkubuz, Fehmi Yaşar, Yavuz Özkandır. Yönetmenlerimiz artık kendi kimliklerini alabilmiş olan kadınları beyazperdeye aktarır. Bu kez yoksulluk gibi konularla boğuşan kadınları görmemiz mümkündür. Her dönemde olduğu gibi bu dönemde de kadın filmleri niteliği taşıyan filmlerin yönetmenlerinin erkek olması kendi içinde bir çelişkidir. Aynı zamanda kadınların hala erkekler tarafından yönetildiğinin de göstergesidir. Zeki Demirkubuz, filmlerinde kadınları yoksul bir hayatın içinde canlandırır ya da oradan zirveye taşır ve bu kadın karakterin eski sefil hayatına dönmek istemeyişini, psikolojisini yansıtır. İlk filmi olan C-Blok(1994) bu tarz filmidir. Masumiyet(1997)'te masumiyetini kaybeden; ama bilinci yerinde olan kadını merkeze oturtur. 1999'da kendisine en iyi senaryo ödülünü kazandıran Üçüncü Sayfa(1999) isimli filminde ise bir kadının var olan hayat koşullarını daha iyi hale getirmek için sarfettiği çabaya tanıklık ediyoruz. Fehmi Yaşar filmlerini inceleyecek olursak Tülin Tankut'un film eleştirisi niteliği taşıyan Alt Tarafı Bir Film (mi?)/Kadın Bakış Açısıyla Film İzlemek  isimli kitabında Fehmi Yaşar'ın ilk filmi olan Camdan Kalp(1990) değerlendiriliyor. Tankut, Fehmi Yaşar'ın ilk filmi "Camdan Kalp" in (1990, Türkiye) kadınlarına gelince; deyim yerindeyse "memleketimden kadın manzaraları." İlk başta toplumsal konumlarına yerleşmiş görünür bu kadınlar; ancak kendilerine mahsus bir konum elde edememişlerdir. Birlikte oldukları erkekler- sevgili, nişanlı, koca- aracılığıyla tanımlanabilmektedirler. Sözgelimi gündelikçi Kiraz'ın kocasıyla seslendirme sanatçısı Naciye'nin kocası arasındaki tek fark bir derece farkıdır. İlki erkek üstünlüğünü kaba güç, şiddet, eve kuma getirme, evle barkla ilgilenmeme biçminde ortaya koyarken, karısının hukuksal sahibi olan ikincisi, eşitsizliği incelikle gizleyerek, cinsel yaşamlarının sorumluluğunu bile karısına yüklemektedir. (Naciye kırmızı jartiyer takar); ama film ilerledikçe onların toplumdaki hızlı değişimden etkilendiklerine tanık oluruz: İşini sevmemesine karşın kocası gibi sanatçı bunalımı geçirmeye hakkı olmayan Naciye'nin bıçak kemiğe dayandığında isyan bayrağını çekmesi, sekreter kızın patronun cinsel tacizi karşısında yılgınlığa kapılmayıp onu yola getirmesi, Kiraz'ın incinmiş yüreğinin cam kırıkları arasından yaşama sarılışı,çocuk bakıcısı Sinten'in cinsel hazzı kendine hak görmesi... Kadın erkek ilişkilerinin gerçeğe uygun bir biçimde ele alındığı ender filmlerden "Camdan Kalp", diyor (2004, s. 35). Yavuz Özkan'ın bir kadının üç farklı erkekle yaşadığı ilişkiyi anlattığı filmi Bir Kadının Antomisi(1995), otel odasında beraber olduğu bir hayat kadına kötü davranıp tecavüz eden evli bir milletvekili olayın büyüyüp medyaya yansıması üzerine zor durumda kalması ve milletvekilinin eşi ile hayat kadınının tanışıp yakınlaşması çerçevesinde gelişen olayları konu olan İki Kadın(1992) dönemin kadın filmleri arasındadır. Sinemada içinde bulunduğumuz 2000li yıllara geldiğimizde diğer dönemlere oranla güçlü kadınların kimliklerini aldıklarını, özgür bir şekilde film yapabildiklerini görüyoruz. Bu süreç elbette biz kadınlar için oldukça zorlu bir süreç olmuştur. 2000li yılların kadın olan yönetmenleri, adını sık sık duyabildiğimiz usta yönetmenlerimiz, başarılı kadın oyuncularımız vardır. Bu dönemin usta yönetmenleri olan Pelin Esmer ve Yeşim Ustaoğlu kadın filmlerine yaptıkları katkıdan ötürü birçok ödül almışlardır. Örneğin, Pelin Esmer'in Mersin Arslanköy'de yaşayan kadınların günlük yaşamlarını konu aldığı belgesel film tadındaki eseri Oyun(2005) Yılmaz Güney Ödülü, En İyi Akdeniz Belgeseli Ödülü, En İyi Belgesel Film Ödülü, SİYAD Özel Ödülü... gibi ödüller almıştır. Film, köyde yaşayan kadınların çektiği sıkıntıları işleyerek feminist psikanaliz özelliği taşımaktadır. Eşleri yokken doğum yapan kadınların hikayeleri göze çarpıyor. Dönemin bir diğer usta sanatçısı olan Yeşim Ustaoğlu, filmlerinde masumiyetini kaybeden kız görmek olasıdır. Araf(2012) isimli filminde Mahur'a(Özcan Deniz'e) aşık olan Zehra(Neslihan Atagül), ilişkileri sırasında bedenini öğrenirken cesaret kazanır; ancak masumiyetini kaybeder.






KAYNAKÇA


Algan, Necla,[tarih belirtilmemiştir], Türkiye'nin Görsel Belleğinde Bir Öncü ve Bir Usta-2 (Lütfi Ömer Akad). http://www.siyad.org/article.php?id=5944 (03.08.2014)


Kıraç, R. [tarih belirtilmemiştir], Doksanlı Yıllarda Sinemamıza Genel Bir Bakış. http://www.kameraarkasi.org/sinema/makaleler/doksanliyillardasinema.html (06.08.2014)  


Oğuz Yaktıl, G.(Ed). Toplumsal Yaşamda Kadın (Genişletilmiş ve Yeniden Gözden Geçirilmiş Baskı). A.Ü.A.Ö.F. Yayını, No:884, Eskişehir, 2006.

Özgüç, Agah, Türk Sinemasının Kadınları, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008.

Öztürk, S. Ruken, Sinemanın Dişil Yüzü: Türkiye'de Kadın Yönetmenler, Om yayınevi, İstanbul, 2004.

Tankut, T., Alt Tarafı Bir Film (mi?)/Kadın Bakış Açısıyla Film İzlemek, Papirüs Yayınları, İstanbul, 2004.